S
Sınıf – (Alm. Klasse; Fr. Classe; İng. Class) Sınıf kavramı hem Marksist kuram hem de sosyal bilimler açısından en önemli kavramlardan biridir. Aynı zamanda, kavramın, gerek anlamı gerekse kapsamı itibariyle son derece tartışmalı bir geçmişi olduğunu da söyleyebiliriz. Bu tartışmalarda, sınıf kavramına merkezi bir rol tanıyan okullar kadar, sınıfı toplumsal yapının herhangi bir değişkeni olarak değerlendirenler, hatta sınıf olgusunu doğrudan reddedenler de bulunmaktadır. Sonuç olarak, özellikle Marksizmin ortaya çıkışından itibaren, toplum üzerine düşünen her kuramın ve kuramcının, kimi zaman alternatif bir yöntem önermek için, kimi zaman da reddetmek için dahi olsa sınıf kavramının çekiciliğinden kurtulamadığı görülebilir.
Marksist kuram içinde ise sınıf kavramı hakkında yürütülen tartışmaların özel bir anlamı vardır. Marksizmin siyasal mücadele ile kopmaz bağları olması nedeniyle, sınıf kavramı üzerine yürütülen her tartışma, mevcut koşullardaki siyasal mücadelenin strateji ve taktiklerine yönelik belirgin sonuçlar yaratmıştır. Kimi zaman da, söz konusu koşullarda uygulanması düşünülen siyasal mücadelenin ihtiyaçları doğrultusunda, sınıf kavramına ilişkin revizyonlar önerilmiştir. Bütün bu tartışmaları özetlediğimizde, iki ana eksen üzerinde farklılaşan ve sınıfı dar ya da geniş kapsamıyla ve nesnel ya da öznel oluşumuyla tanımlamayı tercih eden konumların ortaya çıktığını söyleyebiliriz.
Birinci eksen üzerinde yürüyen tartışmalara baktığımızda, sınıfı fiili olarak sanayi sektöründe istihdam edilen ve artı-ürün üreten mavi yakalı kesimlerle sınırlayan dar bir yorumun karşısında, verili andaki istihdam biçimine bakmaksızın sınıfı üretim araçlarının mülkiyetinden yoksunluk ölçütüyle tanımlayan geniş bir yorumun var olduğunu görebiliriz. Oysa, Marx’ın özgün eserlerine baktığımızda, sınıfın en önemli özelliğinin üretim araçlarından yoksun bırakılmışlık anlamında mülksüzleşme ve buna bağlı olarak kapitalizm koşullarında piyasaya sürebileceği emek-gücü sahipliği olduğu açıktır. Başka bir deyişle, bir işçi kapitalizm öncesine ait her tür yükümlülük ve bağdan kurtulup sermaye sahibiyle “özgür” bir iş akdi yapabildiği sürece, emek-gücünün hangi sektörde değerlendirildiğinin, emek-gücünün karşılığının ne tür bir ücret rejiminde alındığının, hatta emek-gücünün bir istihdam-ücret zinciriyle fiilen realize edilip edilmediğinin sınıf tanımında belirleyici bir rolü yoktur. Bu anlamda, Marx’ın özgün değerlendirmesinin, burada sınıfın geniş yorumu olarak adlandırdığımız eğilimle ortaklaştığını söylememiz mümkündür.
İkinci eksen üzerinde yürüyen tartışmalar ise, ağırlıklı olarak sınıfın üretim süreci içindeki konumu (üretim araçlarından yoksun bırakılmışlık, mülksüzleşme) ile tanımlanmasını öneren nesnellik öncelikli bir yorum ile sınıfı nesnel konumundan çok verili bir andaki siyasal-ideolojik yönelimleriyle tanımlamayı öneren öznellik öncelikli bir yorum arasında sürmüştür. Sınıfı sahip olduğu siyasal-ideolojik tercihlerle tanımlamanın, tarihsel materyalizmin temel ilkeleriyle açık bir uyuşmazlık yaratmasının ötesinde, her özel konjonktürde değişebilecek kadar hareketli bir alandan çıkarsanan ölçütlerin, görece kalıcı olması gereken bir tanım için yeteri kadar işe yarar olmayacağını söyleyebiliriz. Yine Marx’a döndüğümüzde, sınıfın verili bir andaki mevcut siyasal-ideolojik yönelimlerinin sınıf tanımının yerine konmadığını, hatta sınıf çıkarlarıyla çelişen siyasal-ideolojik tercihlerin varlığının bir mücadele konusu haline getirildiğini, bu anlamda sınıf tanımının belirleyici ölçütlerinin üretim araçlarından yoksunluk ve emek-gücü sahipliği olduğu açıktır.
Kuşkusuz, sınıf kavramına ilişkin tartışmalar bu kısa özette ortaya konulduğu kadar yüzeysel ve basit değildir. Üstelik genel kuram düzeyinde ayrıştırılan birçok özelliğin, daha somut çözümleme ölçeklerine inildiğinde iç içe geçtiğini ve karmaşıklaştığını belirtmeliyiz. Bu anlamda, sınıf kavramına ilişkin tanımlama çabaları, belirgin zorluklar da içermektedir. Zorlukların başlıcası, toplumsal yapının karmaşıklığı ve saydamlıktan uzak oluşudur. Bu nedenle sınıf yapılarının ve ilişkilerinin nerede başlayıp nerede bittiğini saptamak zorlaşmakta, toplumsal formasyon düzeyine yaklaşıldıkça sınıf ilişkileri karmaşıklaşmaktadır. Üstelik, Marx’ın doğrudan sınıf başlığı altında çok az eseri bulunması, Marksistleri özgün metinlerden ve Marx’ın yöntemsel önermelerinden çeşitli çıkarsamalarla ilerlemek durumunda bırakmaktadır. Yine de, bütün bu zorluklara karşın, elimizde oldukça açıklayıcı ve tutarlı bir Marksist sınıf anlayışı olduğunu söylememiz mümkündür.
Her şeyden önce, Marx’ın özgün katkısının sınıfların ya da sınıf mücadelelerinin varlığını göstermesinde değil, sınıf ayrışması ile üretim ilişkileri arasındaki bağı bilimsel olarak çözümlemesinde yattığını görmek gerekmektedir. Demek ki, Marx, öncellerinden farklı olarak, sınıfların varlığının insan toplumlarının gelişimindeki belirli evrelerden kaynaklandığını, bu evreler aşıldığı zaman sınıf ayrışmasının da yok olacağını ilk kez ortaya atan isimdir. Daha özel olarak kapitalist topluma yönelik çözümlemelerinde ise, kapitalizmin sınıflı toplumların en açık ve en son biçimi olduğunu, kapitalizmde temel çelişkinin işçi sınıfı ile burjuvazi arasında olduğunu ve toplumsal yapıyı sınıf eşitsizliklerinden kurtarabilecek tek grubun da işçi sınıfı olduğunu göstermiştir. Marksist kuramda işçi sınıfına tanınan ayrıcalıklı konumun en önemli nedeni budur.
Fakat, Marx için, işçi sınıfının önemi başka olgulardan da kaynaklanmaktadır. İlk olarak, işçi sınıfı, sınıflı toplumlar tarihinde görülmemiş biçimde, kendi egemenliğinde hiçbir toplumsal grubu ya da başka bir sınıfı sömürmekte çıkarı olmayan, bu nedenle de kendisiyle birlikte tüm insanlığı özgürleştirecek olan “evrensel” sınıftır. Ayrıca, kapitalizmin ardından gelecek sosyalist toplumda en dolaysız ve gerçek çıkarı olan sınıf da işçi sınıfıdır. Son olarak, işçi sınıfı, kapitalizmin yıkılmasını ve giderek insanlığın evrensel özgürleşmesini hayata geçirebilmek için gerekli stratejik tarihsel güce sahip tek toplumsal gruptur.
Bir başka açıdan baktığımızda ise Marksist kuramda işçi sınıfının ayrıcalıklı konumunu haklılaştıran kimi yöntemsel özellikler de görmekteyiz. Diğer bir deyişle, Marx, kendi kuramını oluştururken yoksulluğu, düşük ücretleri ya da sağlıksız toplumsal koşulları nedeniyle değil, sınıf kavramının toplumsal yapının çözümlenmesindeki açık üstünlüğü nedeniyle de işçi sınıfına merkezi bir yer vermiştir. Zira Marx’a göre, sınıflı toplum deyişi, içerisinde sınıfların olduğu toplumdan çok, ancak sınıf ilişkilerinin belirleyici olduğu bir bakış açısıyla anlaşılabilecek bir tarihsel yapıyı ifade eder. Dolayısıyla, tarihsel ve toplumsal bir formasyon olarak kapitalizm, barındırdığı özgün sınıfsal yapının karakterinin ve buradan kaynaklanan sınıf mücadelelerinin çözümlenmesi sayesinde anlaşılabilir. Bu anlamda, sınıf kavramı, kuramsal ve felsefi olduğu kadar, tarihsel, sosyolojik ve siyasal nitelikler de taşır.
Marx’ın belirleyici ölçütünün üretim araçlarından yoksunluk ve emek-gücü sahipliği olduğunu hatırlarsak, Marksist sınıf yaklaşımında önceliğin, insanların üretim ilişkileri içindeki konumunda olduğu açıktır. Bir başka anlatımla, Marx’a göre, sınıfsal oluşumun ilk uğrağı üretim ilişkileri içindeki nesnel konumdur. İnsanların üretim araçlarıyla kurdukları ilişkiler üzerinden tanımlanan sınıf kavramı, bu anlamda, sınıfın kimleri kapsadığından çok, sınıfsal ayrışmayı yaratan sömürü ve üretim sürecine odaklanmaktadır. Dolayısıyla, üretim araçlarından yoksun bırakılarak mülksüzleştirilmiş ve piyasada emek-gücünden başka satacak hiçbir şeyi olmayan insanlar nesnel olarak aynı sınıfın üyeleridir. Bu nesnel konum, sınıf aidiyetini belirlediği kadar, sınıf çıkarının da üzerinde tanımlanacağı tek gerçek zemindir.
Aynı ilkeden hareketle, sınıf içi farklılaşmaların da sınıf tanımında belirleyici rolü olmadığını söyleyebiliriz. Marx’a göre, sınıf yapısı toplumsal işbölümünden kaynaklanan bir tarihsel ayrışmadır. Bu ayrışmanın ölçütü ise üretim araçlarına sahiplik ya da onlardan yoksunluktur. Toplumsal işbölümünden farklı olarak, üretim sürecinin ihtiyaçları doğrultusunda biçimlenen ve buna bağlı olarak değişkenlik gösterebilen teknik işbölümü ise, sınıf içi farklılaşmaların en önemli nedenidir. Bu anlamda, sınıf içi meslek, ücret, statü farklılıkları ve sektörel yoğunlaşmalar, sınıf tanıma dahil edilebilecek ölçütler değil, verili andaki sermaye birikim biçiminin ihtiyaçları doğrultusunda oluşmuş değişkenlerdir. Dolayısıyla, Marx’ın sınıfı türdeş değil, değişik katmanlar ve bölünmeler içeren tarihsel bir oluşum olarak gördüğünü; üretken emek – üretken olmayan emek, kol emeği – kafa emeği, mavi yakalı – beyaz yakalı gibi ayrımları sınıf tanımının belirleyici ölçütleri olarak değil, emeğin farklı işlevleri, etkinlikleri ve örgütlenmesi biçiminde değerlendirdiğini söylemek mümkündür.
Marx’ta bulunan “kolektif işçi” ya da “sömürülebilir emek-gücü” gibi kavramlar da, sınıf tanımının kapsamı hakkında fikir verebilecek durumdadır. Sektör ya da ücret farklılıkları gibi olgular karşısında farklı bir sınıf tanımına gitmek yerine, mülksüzleşme ve emek-gücü sahipliğini öne çıkaran Marx, kapsayıcı bir kategori olarak kolektif işçi kavramını önermiştir. Benzer biçimde, üretim sürecinde fiili olarak istihdam şansı bulamayan kesimleri de sömürülebilir emek-gücü kavramıyla tanımlayarak, sınıf kavramının kapsamını geniş tutmaya özen göstermiştir. Baştan bu yana değinildiği gibi, kavramın kapsamını geniş tutmak yönündeki çabaların temelinde ise, sınıfın üretim araçlarından yoksunluk ve emek-gücü sahipliği ölçütleriyle tanımlanması yatmaktadır.
Elbette, Marksist sınıf kuramının ele alınması gereken daha birçok özelliği vardır. Ayırt edici özelliklerinden biri de, sınıfın tarihsel bir oluşum olarak tanımlanmasıdır. Bu, sınıfın, genel olarak sınıflı toplumlara, özel olarak da kapitalist üretim tarzına ait bir olgu olmasının yanı sıra, olmuş bitmiş bir yapıyı değil, devamlı hareket halindeki bir süreci ifade ettiğini de söylemektedir. Bu anlamda sınıf, durağan ve sabit bir toplumsal katman değil, ilişkisel ve hareket halindeki bir tarihsel oluşumdur. O halde, sınıfların tek tek ve ayrıksı olarak incelenmesi mümkün değildir; Marksist kuramda sınıflar üretim ilişkileri içerisindeki karşılıklı ilişkileriyle ve tarihsel süreç içinde ele alınıp çözümlenmelidirler.
Ayrıca sınıfa ilişkin çözümlemeler, farklı soyutlama düzeylerinde çeşitlilik göstermektedir. Marx’ın temel ölçütleri olarak tanımladığımız üretim araçlarından yoksunluk ve emek-gücü sahipliği, bu anlamda, sınıfın üretim tarzı düzeyinde tanımlandığı evrensel ölçekte bir kavramsal soyutlama olarak görülmelidir. Bunun ötesinde, sınıfın belirli bir ülkede ve tarihsel süreçte geçirdiği oluşum sürecini çözümlemek için, toplumsal formasyon düzeyine inmek ve çözümlemeyi sürdürmek gereklidir. Aksi takdirde, sınıf içi farklılaşmalardan ideolojik-siyasal yönelimlere kadar birçok değişken çözümlenemeyecek ve kavramsal bir yapı haline getirilemeyecektir. Marx da soyutlama düzeyi yüksek çalışmalarında üretim tarzı düzeyinde tanımlara giderek daha sadeleşmiş bir sınıf yapısı çözümlemesi sunarken, özgül bir toplumsal ve tarihsel kesiti çözümlemeye yöneldiğinde görece karmaşık, çok katmanlı ve iç içe geçmiş sınıf oluşumları saptamıştır. Burada yöntemsel bir tutarsızlıktan çok, Marksist yöntemin karakteristik özelliklerinden biri söz konusudur.
Kısacası, Marksist kuram açısından sınıf, belirli tarihsel ve toplumsal koşullara özgü bir ilişkidir; ikinci olarak, sınıf, üretim ilişkileri içerisindeki konumla tanımlanan nesnel bir ilişkidir; üçüncüsü, sınıf, üretim ilişkilerine özgü çıkar çatışmasından kaynaklanan uzlaşmaz bir ilişkidir; son olarak, sınıf, sınıf mücadelesi süreçlerinden ayrı olarak düşünülemeyecek bir ilişkidir.
Sinnlichkeit – Feuerbach'ta çeşitli anlamlarda kullanılmıştır. Biz, gene de burada İngilzce çevirinin anladığı gibi duyarlığın (duyu- algı) söz konusu olduğunu sanmıyoruz. "Soyuttan somuta, düşünselden (idéal) gerçeğe" giden ve hiç bir zaman "kendi öz soyutlamalarının gerçekleşmesi"nden başka bir şeye erişmeyen kurgusal felsefeye karşı çıkan Feuerbach, felsefenin çıkış noktası olarak gerçeği almasını ister. Felsefe Reformu İçin Geçici Tezler'de (n° 65) şöyle yazar: "Tüm bilimler doğaya dayanmalıdırlar. Kendi doğal temelini bulmadıkça, bir kuram, bir varsayımdan başka bir şey değildir." (Loc. cit., s. 125.)
Son test [Sosyal Bilimlerde Araştırma Yöntemleri] – Bağımsız değişkene maruz kaldıktan sonra bir bağımlı değişkenin yeniden ölçümü.
Sorun [Sosyal Bilimlerde Araştırma Yöntemleri] – Bireyi fiziksel ya da düşünsel yönden rahatsız eden, kararsızlık ve birden çok çözüm yolu olasılığı görünen her durum.
Sosyalizm (Alm. Sozialismus; Fr. Socialisme; İng. Socialism) – İşçi sınıfının siyasal bir devrim yoluyla iktidarı burjuvazinin elinden almasını ve böylece kapitalist üretim ilişkileri yerine toplumsal üretim ilişkilerini geçirerek sınıfsız bir toplum ve dünyayı yaratmayı amaçlayan i) bir öğreti, ii) bir siyasi hareket ve iii) devrimden sonra bu amacın gerçekleşmesi için kurulması planlanan veya kurulan toplumsal düzenin adıdır.
Kavramı modern anlamıyla ilk kez bütünlüklü bir biçimde ortaya koyan metin Karl Marx ve Friedrich Engels’in yazdığı ve 1848’de yayımlanan Komünist Parti Manifestosu’dur. Öte yandan “sosyalizm”e dair bu önemli metinde sosyalist ve sosyalizm terimleri yerine sırasıyla komünist ve komünizm terimlerinin kullanılmış olmasının, yazıldığı dönemin tartışmaları ile yakın bir ilişkisi vardır. Engels’in Manifesto’ya yazdığı 1888 tarihli Önsöz bu tercihin tarihsel nedenlerini açıklar:
“… 1847’de sosyalizm orta katmanların bir hareketi, komünizm işçi sınıfının bir hareketiydi. Sosyalizm en azından kıta Avrupası’nda “salon”lara kabul edilebiliyordu; komünizm içinse tam tersi geçerliydi. Ve biz en başından itibaren, “işçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olmak zorundadır” diye düşündüğümüzden, bu iki isimden hangisini seçmek zorunda olduğumuz konusunda herhangi bir kuşku olamazdı. Dahası, o zamandan beri bu isimden vazgeçmek de aklımıza gelmedi.”
Kavrama ilişkin her üç anlamın da temelleri esasen 1800’lerin ortasında işçi sınıfının Avrupa’da ilk kez bağımsız bir sınıf olarak tarih sahnesine çıkması ile birlikte Marx ve Engels’in var olan kuramsal ve politik okullarla mücadelelerinin sonucu olarak atılmıştır. Bu anlamda modern sosyalizmin kurucuları olan Marx ve Engels’in yapıtlarına kaynaklık eden üç ana gelenek Alman felsefesi, İngiliz politik-ekonomisi ve Fransız sosyalizmidir.
Marx ve Engels’den sonraki en önemli kuramsal ve politik katkı, 1900’lerin başında Vladimir İliç Lenin tarafından, özellikle de Rusya’da önderlik ettiği partinin devrim yapması sonucu gerçekleşmiştir.
Yaklaşık olarak 70 gün süren 1871 Paris Komünü deneyimi, tarihteki ilk sosyalizm deneyimidir. Bir sonraki sosyalizm deneyimi ise yaklaşık olarak 70 yıl süren Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği deneyimidir.
Sonuç olarak 150 yılı aşkın bir tarih içinde birlikte gelişen bu üç anlamı birbirinden tamamen ayrı düşünmek doğru olmasa da bu anlamlar en azından hem üzerlerinde cereyan eden tartışmalar hem de terminoloji açısından ayrı başlıklar altında ele alınabilir.
i) Bir öğreti olarak sosyalizm: Marx’ın da Manifesto’dan henüz bir kaç yıl sonra kuramsal katkısını özetlediği metin aynı zamanda modern sosyalizmin temel ilkelerini sunar (Marx’tan Weydemeyer’e mektup):
“Burjuva tarihçileri bu sınıf mücadelesinin tarihsel gelişimini, burjuva iktisatçılar da sınıfların ekonomik anatomisini benden çok önce açıklamışlardır. Benim yeni olarak yaptığım:
1) Sınıfların varlığının ancak üretimin gelişimindeki belirli tarihsel evrelere bağlı olduğunu;
2) Sınıf mücadelesinin zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne vardığını;
3) Bu diktatörlüğün kendisinin bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız bir topluma geçişten başka bir şey olmadığını tanıtlamak olmuştur.”
Engels ise Manifesto’dan yaklaşık 30 yıl sonra, bir kuram olarak modern sosyalizmin Marx’ın iki ana buluşuna, yani “tarihin materyalist anlayışı ile kapitalist üretimin gizeminin artı değer aracılığıyla açıklanmasına” dayandığını yazar (Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm). Engels sonuç olarak “sosyalizm”in bu iki buluşla birlikte bir bilim haline geldiğini belirtir ve zaman zaman “modern sosyalizm” olarak da adlandırdığı bu yeni sosyalizm için “bilimsel sosyalizm” terimini kullanır. Engels aynı eserinde, Marx’la birlikte kullandığı “materyalist tarih anlayışı” yerine, “bilimsel sosyalizm”in kuramsal temelleri anlamında “tarihsel materyalizm” terimini kullanır.
1870’lerin sonlarında başka bir yeni terim, Marksizm kullanılmaya başlanır. Ancak bu kez bu yeni terim, öğretinin kurucuları Marx veya Engels tarafından değil tam aksine onların kavgalı oldukları Fransız sosyalistleri tarafından ilk kez kullanıma sokulur. Öte yandan Engels’in sadece birkaç özel mektubunda kullanılan bu yeni terimi Marx ve Engels tarafından daha çok eleştiri amacıyla kullanmış oldukları açıktır (Engels’ten Laura Lafargue’ye mektup):
“Şimdi zafer artık bizimdir, tüm dünyaya Avrupa’daki bütün Sosyalistlerin ‘Marksist’ (bu ismi bize verdikleri için deliye dönecekler) olduğunu ispat ettik”
Yine de “Marksizm” zamanla önemli oranda “bilimsel sosyalizm”in yerini alarak giderek başat terim haline gelir.
Kavramın kuramsal anlamına ilişkin önemli bir başka yenilik, Rus Marksist’i Plehanov’un 1891’de “diyalektik materyalizm” terimini kullanmasıdır. Bu terim Plehanov’un kullandığı anlamıyla Marksizm’in genel yöntemi olarak yerleşiklik kazanmıştır. Bu anlamda, genellikle, “tarihsel materyalizm” Marksist bilime, “diyalektik materyalizm” de Marksist felsefeye karşılık gelen bir terim olarak kullanılmaktadır.
Marx ve Engels’ten sonra “sosyalizm”in kuramsal anlamına dair yeni bir terimin girişi, geliştirdiği emperyalizm eleştirisi ve “eşitsiz gelişim kuramı” ile tarihsel olarak Marksizm’e çok önemli katkıları yapan Lenin’in adı üzerinden gerçekleşir. Bu yeni terim, Leninizm, çoğunlukla Marksizm-Leninizm biçiminde kullanılır. Öte yandan Leninizm’in de sosyalizm gibi sadece bir kuram değil aynı zamanda bir siyasi hareket anlamını taşıdığı da belirtilmelidir.
ii) Bir siyasi hareket olarak sosyalizm: Manifesto’da Marx ve Engels komünistlerin bir siyasi hareket olarak bugün de geçerliliğini koruyan genel ilkesini net bir şekilde ifade etmişlerdir: “Proletaryanın sınıf olarak oluşması, burjuva egemenliğinin yıkılması ve siyasal iktidarın proletarya tarafından fethedilmesi.”
Sosyalist hareketin tarihinde önemli tartışma başlıkları olan bu üç önerme Manifesto’da ayrıntılı bir biçimde ele alınır:
- Proletaryanın bir sınıf olarak oluşması “bir sınıf olarak ve bunun sonucunda bir siyasal parti olarak örgütlenmesidir.”
- Burjuva egemenliğinin yıkılmasının yolu “komünist devrim”dir.
- Siyasal iktidarın proletarya tarafından fethedilmesi ise proletarya diktatörlüğü yoluyla gerçekleşecektir.
İşçi sınıfının bir siyasi parti olarak örgütlenmesi, sosyalist hareket içinde bu partinin niteliği ve işçi sınıfı ile ilişkileri hakkında tartışmaların konusu olmuştur. Manifesto’nun yazıldığı yıllarda ise parti kavramı henüz modern anlamına kavuşmamıştır. Sosyalist hareket ve işçiler için daha çok dernekler ve birlikler biçimindeki bir örgüt pratiği geçerlidir.
1848 devrimlerinin yenilgiyle sonuçlanmasından 10 yıl sonra devrimci hareket Avrupa’da yeniden yükselişe geçer ve böylece 1860’larda hem daha sonra kitleselleşecek işçi partileri hem de Uluslararası İşçiler Birliği, daha sonraki isimlendirme ile I. Enternasyonal kurulur.
Bu dönemde Marksizm, sosyalist hareket içinde giderek başat bir akım haline gelmesine karşılık Marx ve Engels’in kitleselleşen işçi partileriyle, özellikle de “sosyal demokrasi”nin doğuşuna kaynaklık eden Alman sosyal demokrat partileri ile yakın ama hep eleştirel bir mesafeleri vardır. Bu partilerin “sosyal demokrasi”sinin bugünkü anlamına kavuşması ise bu partilerin zamanla Marksizm’in temel doğrultusundan uzaklaşıp reformizm ve revizyonizme yönelmeleri ve I. Dünya Savaşı’nda ülkelerindeki burjuva iktidarları destekleyerek milliyetçi politikalar benimsemeleri sonucunda gerçekleşir.
Sosyal demokrat partilerdeki bu eğilimlerin Marksizm’den uzaklaşmalarının arkasında ise komünist devrim ve proletarya diktatörlüğü gibi Marksizm’in temel önermelerini terk etmeleri vardır.
Sonuç olarak, sosyal-demokrat partilerdeki bu eğilimler II. Enternasyonal’in dağılmasına neden olur ve bu eğilimlerle mücadele eden Marksistler önce sosyal demokrat partilerden koparak komünist örgütler kurar, daha sonra da 1917 Ekim Devimi ile birlikte “komünist parti” adını kullanmaya başlarlar. Örnek olarak, Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nden ayrılıp Rosa Luxemburg’un öncülüğünde kurulan Spartakistler Birliği ve Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nden ayrılıp Lenin öncülüğünde kurulan Bolşevik Parti, 1917’den sonra sırasıyla Alman Komünist Partisi ve Rusya Komünist Partisi isimlerini alırlar.
Lenin’in önderliğindeki Bolşevik Parti’nin gerçekleştirdiği Ekim Devrimi’yle Rusya’da sosyalizmi inşaya girişmesi, komünist hareket içindeki “proletarya diktatörlüğü”, “öncü parti” ve “işçi sınıfının kendiliğindenciliği” gibi tartışma başlıklarının bir anlamda sonuca ulaşması anlamına gelir.
Sonuç olarak Lenin’in sosyalizme bu alandaki tartışmalara katkısı “Leninist örgüt kuramı” olarak tanınmıştır. Öte yandan, Rusya gibi henüz kapitalizmin Avrupa’daki kadar gelişkin olmadığı ve bu anlamda Marksistlerin devrimi öncelikli olarak beklemedikleri bir ülkede devrimin gerçekleştirilmesi ve böylece dünyadaki ilk işçi devletinin kurulması, Lenin’in sosyalist harekete en büyük katkısıdır. Bu katkının arkasında da yine Lenin’in emperyalizm eleştirisinden elde ettiği eşitsiz gelişme yasasının bir sonucu olarak devrimin emperyalizmin çelişkilerinin biriktiği zayıf halka ülkelerinde gerçekleşme öngörüsü yatmaktadır.
Devrimden iki yıl sonra Bolşeviklerin öncülüğünde III. Enternasyonal’in (Komünist Enternasyonal), diğer adıyla Komintern’in Moskova’da kurulmasıyla Lenin’in düşünceleri dünyadaki komünist hareket içinde başat konuma gelir. Komintern aynı zamanda resmi amacı olarak “Sosyalist Sovyet Cumhuriyetlerinin Dünya Birliği”nin kurulmasını benimseyerek II. Enternasyonal’in milliyetçi eğilimlerine karşı da bir yanıt niteliğini taşımıştır.
Öte yandan, Ekim Devrimi’nin giderek tüm dünyaya yayılamaması, sosyalizmin tek ülkede mümkün olup olmadığı tartışmasıyla birlikte mücadelenin öncelikli ölçeği, yani ulusal veya uluslararası olup olmaması gerektiği tartışmasını da beraberinde getirmiştir.
Manifesto bu başlıkta da komünist partilere geçmişte olduğu kadar bugün de yol göstermeye devam etmektedir. Manifesto’da sınıf mücadelesinin öncelikle ulusal bir mücadele olduğu ve her ülkedeki işçi sınıfının önce kendi burjuvazisiyle hesaplaşmak zorunda olduğu belirtilir. Ayrıca, ulus-devletler içindeki sınıf mücadelelerinin kazanılmasının, ulusların kendi aralarındaki karşıtlığa da son vereceği öne sürülür. Manifesto’nun son cümlesi ise sınıf mücadelesinin uluslararası boyutunu en açık ifade eden cümledir: “Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!”
iii) Toplumsal bir düzen olarak sosyalizm: Manifesto’da komünist bir devrimden sonra kurulacak toplumsal düzende başta mülkiyet ilişkileri olmak üzere emek, aile, evlilik, eğitim ve ulus gibi olguların alacağı biçim ve içerik burjuva toplumun eleştirisi üzerinden karşılaştırmalı olarak sunulur. Bu yeni toplumsal düzenin, yani komünizmin, iktidarın işçi sınıfı tarafından ele geçirilmesiyle bir anda gerçekleşmeyeceği de Manifesto’dan anlaşılmaktadır:
“Proletarya, siyasal egemenliğini, tüm sermayeyi burjuvaziden derece derece koparıp almak, tüm üretim aletlerini devletin, yani egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın elinde merkezileştirmek ve üretici güçler kitlesini olabildiğince çoğaltmak için kullanacaktır.”
Manifesto’da henüz bu terim kullanılmasa da bu sürecin Marx ve Engels’in sonraki eserlerinde kullandıkları anlamıyla başlangıçta “proletarya diktatörlüğü” olarak örgütleneceği görülebilir. Bu sürecin sonunda işçi sınıfı kendi egemenliği ile birlikte kendisini de ortadan kaldıracak sınıfsız toplumu kuracaktır.
Manifesto’daki bu yaklaşım Marx’ın 1875 yılında yazdığı Gotha Programı’nın Eleştirisi’nde daha ayrıntılı ve açık bir biçimde ifade edilir: Proletarya diktatörlüğü kapitalist toplum ile komünist toplum arasındaki siyasal bir geçiş dönemidir. Marx bu dönem için aynı zamanda “komünist toplumun birinci aşaması” ifadesini de kullanır. Marx komünist toplumun başka bir aşamasından daha söz eder:
“Komünist toplumun daha yüksek bir aşamasından, bireylerin işbölümüne ve onunla birlikte kafa emeği ile kol emeği arasındaki çelişkiye kölece boyun eğişleri sona erdiği zaman; emek, yalnızca bir geçim aracı değil, ama kendisi birincil yaşamsal gereksinim haline geldiği zaman; bireylerin çeşitli biçimde gelişmeleriyle, üretici güçler de arttığı ve bütün kolektif zenginlik kaynakları gürül gürül fışkırdığı zaman, ancak o zaman, burjuva hukukunun dar ufukları kesin olarak aşılmış olacak ve toplum, bayraklarının üstüne şunu yazabilecektir: Herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinimine göre!”
Lenin de Marx’ın bu yaklaşımını benimsemiş, ancak “komünist toplumun birinci aşamasını” sosyalizm, “komünist toplumun daha yüksek bir aşamasını” ise komünizm olarak adlandırmıştır. Lenin’in bu yeni adlandırması Marksist literatürde bu şekilde benimsenmiştir.
Genel olarak Marx, Engels ve Lenin’in yapıtlarında bir toplumsal düzen anlamında ağırlıklı olarak kapitalizm eleştirisi yer alırken, sosyalizm ve özellikle de komünizm üzerine yazılanlar çok daha az bir hacmi kaplar. Bu anlamda Manifesto’da komünist devrim sonrası önlemlerin farklı ülkelere göre farklılıklar gösterebileceği belirtilmiştir. Yine de bu yapıtlar sosyalist ve komünist toplumun örgütlenmesine dair can alıcı ilkeleri sunmaktadır.
Son olarak Paris Komünü ve Sovyetler Birliği gibi geçmiş sosyalizm deneyimleri kadar Çin Halk Cumhuriyeti gibi tartışmalı veya Küba Cumhuriyeti gibi yaşayan sosyalizm deneyimleri ışığında da önemli bir birikim oluşmaya devam etmektedir.
Sosyalistlere karşı yasa — Almanya'da 21 Ekim 1878'de çıkartıldı. Buna göre, Sosyal-Demokrat Partinin bütün örgütleri, işçilerin yığın örgütleri ve işçilerin yayın organları yasaklanıyor, sosyalist yayınlar toplattırılıyor ve sosyal-demokratlar cezalandırılıyordu. Yığınsal işçi sınıfı hareketlerinin baskısı altında bu yasa 1 Ekim 1890'da kaldırıldı. 5 Aralık 1894'de sosyalistlere karşı yeni bir yasa tasarısı Reichstag'a getirildi. Ama 11 Mayıs 1895'de reddedildi.
Sömürgecilik -- (Alm. die Kolonisierung; Fr. Colonialisme; İng. Colonialism) Sömürgecilik, bir ülkenin başka bir ülke ya da topluluğun topraklarında ekonomik faaliyetler yürüttüğü, çoğunlukla siyasi karakterde bir yerleşim kurmasıdır. Sömürgecilerle toprakları istila edilen yerliler arasında eşitsiz bir ilişki kurulur. Topraklar ve üzerinde yaşayan halklar, sömügecilerin çıkarları lehine uygulanan üretim biçim ve ilişkileri doğrultusunda, toplumsal ve siyasal alanda yeniden örgütlenirler.
Klasik sömürgeciliğin, Avrupalılar tarafından başlatılan ilk keşiflerden 19.yy ortalarına kadar geçen sürede, Yeni Dünya’nın işgalinin arkasında yatan toplumsal meşruiyet zeminini Avrupalılarla diğer kıtaların yerli halkları arasında hiyerarşik bir ilişki kurulması ve yerli halkların Avrupa uygarlığıyla karşılaştırıldığında barbar olarak nitelenmesi oluşturur. “İnsan”ın altında bir kategori olarak değerlendirilen yerli halklara uygarlık götürülmesi, bu durumun yaygın ifade biçimidir.
Klasik sömürgecilik dönemi, Avrupa’da feodalizmden yeni bir sosyo-ekonomik formasyona geçiş dönemi sancılarının izlerini taşır. Bu açıdan, Haçlı Seferleri, Reform, Rönesans ve feodal dönemin güçsüz krallarının zenginleşme ve güçlenme hırsları, her biri kendi adına sömürgeciliğin zeminini çizmede Avrupa egemen sınıflarının elini kolaylaştırmıştır. Ancak, bütün bu farklı tarihsel olguları üst-belirleyenin kapitalist üretim biçiminin Avrupa’da yeşermeye başlaması olarak görmek gerekir. Nitekim, Avrupa kapitalizmi olgunlaşmak ve evrenselleşmek için sömürgeciliğe ihtiyaç duymuştur. Bu açıdan, klasik sömürgecilik Avrupa kapitalizminin serpilme yatağıdır.
Klasik sömürgeciliği de kendi içinde İber yarımadası monarkları tarafından uygulanan doğrudan sömürgecilik faaliyetlerini içeren bir ilk dönemle (15. ve 16. yüzyıllar), bu bölge imparatorluklarının zayıflamasıyla tarih sahnesine yeni güçlü imparatorluklar olarak çıkan Hollanda ve İngiltere’nin ticaret ve finansa dayalı yayılmacılığına dayanan, 17. yüzyılda ağırlığını koymuş sömürgecilik dönemi olarak ayrıştırmak mümkündür.
İberli sömürgecilerin öncelikli motivasyonları Doğu’ya ulaşmada yeni yollar keşfetmek ve böylece ticarette Müslümanların hakimiyetini kırmaktı. Dönemin güçlü kral ve kraliçelerinin sponsorluğunu yaptığı keşif gezilerinin sonucunda ulaşılan yeni topraklar, bu amaca hizmet etmenin ötesinde, geçiş dönemi sancıları yaşan Avrupa’ya yeni bir soluk imkânı tanıdı. Kilise’nin Hristiyanlığı yayma ateşinin Kıta Avrupası’nda Rönesans ve Reform tarafından söndürülmesi, bu ateşin Yeni Dünya’yı yakmasını engelleyemedi. Öte yandan, Yeni Dünya, gözlerinde siyasi iktidarların meşruiyetinin giderek azalmaya başladığı yoksul köylülerin, topraksızların, kırlardan kentlere göçen ama henüz proleterleşememiş güruhların Kıta Avrupası’ndan tahliye edilmesini ve bu artık nüfusun denizaşırı topraklarda servet avcılığına soyunmasını sağladı.
İber yarımadası monarkları, Yeni Dünya’da kurulan koloniler sayesinde yeni gelir elde etmenin ve uluslaşma yolunda ilerlemenin de ilk tohumlarını atmış oldular.
Klasik sömürgeleşmenin Avrupa’da kurumsallaşmasının ilk tarihi olarak, 1494 yılında, döneminin sömürgeci güçleri İber yarımadası devletlerinden Protekiz ve İspanya’nın Amerika Kıtasındaki yayılmacı hırslarının çakışması sonucu, bu devletlerin Papa’nın çektiği bir sınır çizgisiyle kıtayı aralarında kuzey ve güney kısımlar olarak paylaştığı Tordesillas Anlaşması gösterilebilir.
Klasik sömürgecilik döneminde söylem düzeyinde de olsa kolonilerdeki tüm topraklar hâlâ Kral’ın kişisel mülkiyeti olarak görülüyordu ve sınırlı sayıda aristokrat bu topraklarda vergi toplama, yasa yapma, adalet tesis etme gibi sınırsız haklara sahipti. Yeni Dünya hızla Avrupa’dan ithal edilen feodal düzenin çerçevesinde şekillendiriliyordu. Henüz ticari anlaşmalar serbestleştirilmemişti ve plantasyonlarla Afrika’dan köle ticareti yaygın bir uygulama değildi. Yerli halkı kırıma uğratan sömürgeciler, Amerika’nın ormanlarında, topraklarında köle olarak çalıştırmak üzere insan avına çıkıyorlardı.
Sonuç olarak, klasik dönem sömürgeciliğin ilk yarısı pre-kapitalist bir döneme denk düşer. Bu dönemde kolonilerde Avrupa’dan göçle gelen yerleşimciler sayıca fazladır; çeşitli plantasyonlar kurulmaya başlandığı gibi, madencilik faaliyetlerine de adım atılır. Dönemin belirleyici özelliğini, sömürgelerin kurulduğu yerlerde yerlilerden gasp edilen altın ve gümüş gibi değerli madenlerin Avrupa’ya taşınması oluşturur.
17. yüzyılla beraber Avrupa’da yaşanan kimi ekonomik krizler, sömürgecilik biçiminde de birtakım değişikliklere yol açtı. Değerli madenlerin Avrupa’ya akması, genellikle lüks madde ithalatına harcanmalarıyla Avrupa’da yüksek bir enflasyon yaşanmasına neden oldu. Yükselen enflasyon, kira ve kredilerle geçinen toprak sahibi lordların ekonomik anlamda çökmesine, Kuzey Avrupalı tüccarlarınsa yeni yeni oluşmaya başlayan piyasadaki çıkarlarının artmasına yol açtı. Böylece, ileride emperyalizm için çok faydalı işler yapacak olan Hollanda ve İngiliz Doğu Hindistan şirketleri için parlak günler başlamış oldu.
17. yüzyılın Avrupa’da uzun süreli bir ekonomik kriz çağı olması, iktisadi alanda yeni bir ideolojinin gelişmesine neden oldu: Merkantalizm. Merkantalizm sömürgecilik açısından bir sıçramaya denk düşüyordu. Devletler iktisadi olarak güçlenmek ve kendilerini korumak amacıyla daha fazla hammadde kaynağı arayışına yöneldiler ve çözülen İber yarımadası imparatorluklarının elinde olan Güney Amerika kolonilerine gözlerini diktiler. Bu dönemin dönüm noktalarından birini, şeker kamışı üretiminin Avrupa pazarında fazlasıyla karşılık bulması sonucu yayılması ve Afrika’nın köle ticareti yoluyla sömürge sistemine katılması oluşturur.
Yüzyıllarca süren ve sömürgeciliğin bel kemiğini oluşturan köle ticaretinin 19. yüzyılın ortalarında sona ermesi, bir anlamda sömürgeciliğin de tarihinde yeni bir döneme girdiğinin bir göstergesidir. Köle ticaretinin sona ermesinde aydınlanma ile eşitlik fikrinin gelişmesi ve yayılması kadar Adam Smith gibi yaratıcı yazarların bu uygulamanın serbest pazar ilkesine uymaması ve bu açıdan ücretli emek gücü kavramıyla kan uyuşmazlığının olmasıdır. Adam Smith’e göre, ücretli işçiler kölelerden daha sıkı çalışmaktadırlar. Ancak, köleliğin kaldırılmasında Fransız Devrimi’nin etkisi daha önemlidir. Bu fikirlerin etkisiyle, 18. yüzyılın sonunda Haiti’de ayaklanan köleler Fransız sömürge efendilerini ülkeden kovmuşlardır. Ancak, köle ticaretinin pratikteki karşılığının kaybolması, ancak merkantilist iktisadın miladını doldurması ve yerini serbest ticaret ilkesine bırakmasıyla ortaya çıkmıştır. 19. yüzyılın başında, kapitalizme geçişte öncü ülke İngiltere, köle ticaretini yasakladığı gibi diğer ülkelerin de yasaklamasını sağlamıştır. Yasakla beraber yasal olduğu günlerin yarı fiyatına satılmaya başlanan kölelerin sağladığı ucuz emek gücü, İngiltere’nin ticaretteki üstünlüğünü zedeliyordu. Bu uğurda İngiltere, köle ticaretini sürdüren ülkelere savaş ilan edebilecek kadar kapitalizmin kurallarını belirlemeye kararlıydı. Nitekim, yeni tür bir sömürgeciliğin kurallarını belirlemekte de gecikmedi.
İngiltere’nin yeni sömürgecilikteki öncü rolü, Britanya’da, Kıta Avrupa devletlerine göre çok daha erken dönemde yaşanan kapitalistleşme sürecine bağlanabilir. 1688 sürecinde devletin şahsi bir mal olması meselesine son veren İngiltere’de siyasetle ekonominin ayrışması ve siyasi yönetimin kişisel/özel bir yönetimden anonim bir yönetime geçişi, aynı ülkenin dış politika şeklini de belirledi. İngiltere, Kıta’nın eski tür saray evliliği politikaları, devamlılık savaşları, hanedanlık birleşmeleri mantığı üzerinden devinen ortaçağlı siyaset sahnesini terk edip, bu devletleri elde ettiği sömürgelerle dengelemeye, kıtadaki baskısını geri çekmeden uzaktan kontrol politikası gütmeye başladı. Bir anlamda, eski tür emperyal politikaların yerini daha dolaylı ve bir o kadar etkili emperyalist politikalar aldı.
Aslında 1870 sonrasını kapsayan bu döneme emperyalizm dönemi olarak ad koymak daha doğru olacaktır. Zira imparatorların sömürgeler yoluyla zenginleştikleri dönemler, yerini ulus-devletlerin emperyalist eğilimlerine bırakmıştır. Üstelik, emperyalist yayılmacılık, türlü sömürgeleştirme politikalarını aynı anda bağrında taşıyan ama temel motifinin finans sermayenin gelişmesi olduğu bir süreçtir. Emperyalist düzenin kullandığı sömürgeleştirme politikalarının bu dönemki ana özelliklerine odaklanmak, adına yeni sömürgecilik de denilen bu dönemi anlamayı kolaylaştıracaktır.
Yeni sömürgeciliğin belirgin özellikleri üzerine devam etmeden önce atlanmaması gereken bir noktayı, 19. yüzyıl’ın ortalarında, henüz insanlığı Birinci Dünya Savaşı’na sürükleyecek yeni vahşi yayılmacı politikalar tekrar işleme konulmadan önce, egemen sınıfların da destekler göründüğü anti-sömürgecilik rüzgârı oluşturuyor. 1815’te Fransa’nın Amerika kıtasında ve Doğu’da kaybettiği koloniler, 1822 yılında Portekiz’in Brezilya’yı yitirmesi, Kuzey Amerika’daki 13 koloninin İngiltere ile iplerini koparması gibi somut mücadelelerin sonucunda oluşan bu rüzgâra, 1852 yılında Disraeli’nin, haddinden fazla genişleyen sömürgelerin artık bir yük haline geldikleri sözleri damgasını vurur. Öngörülen, bütün kolonilerin yakında bağımsızlıklarına kavuşacağıdır. Hatta yeni sömürgeciliğin dizginlerinden boşanacağı yılların arifesi olan 1868 yılında, Bismarck, sömürgeciliğin ana yurda yaptığı varsayılan katkıların çoğunun hayali olduğunu söyler. Ancak, 19. yüzyılın bu güçlü kişiliğinin fikri, 4 yıl içinde hızla tersine dönecektir.
Sömürgeciliği niceliksel olarak betimlemek doğru olmayabilir. Hatta, içerdiği zulüm ve kıyımın hesabı ve karşılaştırması yapılamaz. Ancak, yeni sömürgeciliği yeni yapanlardan birisinin daha önce olmadığı kadar çok miktarda toprağa el konması olduğu söylenebilir. Ancak, bütün bu el koyma sürecinin arkasındaki meşruiyet kaynağı, artık “uygarlaştırıcı misyon” olmaktan başka bir yere kaymıştır: Rakip ülkeye üstünlük sağlamak ve sınıf savaşımının ulusu dağıtıcı etkisini bertaraf edecek bir vatanseverlik duygusunun gelişmesi. Bunlar, 19. yüzyılın liberal dünüşürlerinden Alexis de Tocqueville’in önermeleridir. Dahası Tocqueville, yerli halkların boyun eğmesinin sağlanmasıyla uğraşılması yerine, birçok yerleşmecinin sömürgelere taşınması fikrini öne sürer.
Yeni sömürgecilik, Avrupa’daki reel politikanın denizaşırı yerlerde yansımalarını bulması anlamında ulusal hükümetler için önemli bir mücadele alanıdır. Ancak, en az bu siyasi mücadele kadar önemlisi klasik sömürgecilik döneminin hammadde ve artık nüfus tahliyesi, vb özelliklerinden ziyade, yeni pazar arayışıdır. Bu açıdan, klasik sömürgecilik döneminde, feodal bir üretim tarzının egemen kılındığı sömürgelerin yerini yeni sömürgecilik döneminde piyasa ekonomisinin kuralarına göre şekillendirilen görece bakir topraklar almıştır: Afrika ve Asya. Değerli madenlerin ve toprakların mülkiyet hakkının yalnızca İngiliz vatandaşlarına verilmesi için özel bir idari sistem kurulan Afrika’da, emek süreçleri konusunda da sömürgeci güçler son derece yaratıcıydılar. Bileşik sistemi kurdular. Buna göre, madenlerde çalışan siyah işçiler aynı zamanda buralarda yaşamaya ve dışarı çıkmamaya mecbur ediliyorlardı.
Afrika ve Asya’daki geniş alanlar Avrupa’daki sermaye fazlasını yatırmak için verimli topraklardı. Sermayenin güvenliğini sağlamak için ulusal hükümetler bu topraklarda siyasi anlamda da hüküm sürme isteğini gösteriyorlardı. Avrupa’da burunları savaş kokusu alan hükümetler çılgınca yeni askeri liman ve üs arayışına girmişlerdi.
Bu yükselen tansiyon sonrasında eski sömürgeci ülkelerle yeniler arasında Afrika’nın talanı esnasında sürtüşmeler doğdu. 1884-5 Berlin Konferansı’nda Avrupalı güçler masaya oturmaya karar verdi. Bu açıdan, Berlin Konferansı gelecekteki ittifakların bir ön provası sayılabilir. Bu anlaşma, Yeni Sömürgeciliğin kurumsallaştığının da ifadesi olmuştur. Aynı zamanda, Avrupa’daki çekişmelerin Afrika’daki paylaşımda gerginliklere yol açmaması için bir önlem olarak alınmıştır.
Bu süreçte siyasi egemenlik nosyonunun “norm dışılaştırıldığını”, hukukun söylem düzeyinde barındırıyor olsa da “evrensellik” iddialarından vazgeçtiğini, “batılılaşma” denilen olgunun hızla tarih sahnesine ama ilk ve en önce “emperyalist dürtülerden” ayrışık olmadan girdiğini görüyoruz. Bu dönemde, Çin İmparatorluğu’nun topraklarında imtiyazlı yabancı tüccarlar hukuki dokunulmazlıklarıyla cirit atarken, Japonya hızlı bir “batılılaşma” hamlesiyle vakit kaybetmeden kendini sömürgeci yayılmacılığa angaje ediyordu.
Bu esnada, sömürgecilik karşıtı her türlü bağımsızlık hareketi Avrupalı sömürgeci güçler arasındaki gerilimleri erteliyor ve bağları bir süreliğine de olsa kuvvetlendiriyordu. Berlin Konferansı’nın ardından sömürgeci ülkeler için diğer bir bağlanma noktasını Çin’deki Boxer Ayaklanması oluşturdu. Bu bağımsızlıkçı hareket aynı zamanda Çin’deki yerleşik Mançu Hanedanlığı’nı da tehdit ediyordu. Tüm bu ve benzeri anti-sömürgeci ve anti-emperyalist mücadeleler, arkalarına 20. yüzyılda solun teorik alanda da uğraşı haline gelecek olan ulusal bağımsızlık, işbirlikçilik gibi kavramları bırakacaklardır.
Sömürgeciliğin dünya-tarihsel bir ölçekte anormalleşmesini sağlayan 1917 Ekim Devrimidir. Ancak bu sürecin sosyalist mücadele açısından kimi zaman oldukça ters etkili sonuçları olmuştur. Dünyada ve Türkiye’de birçok sol akımda anti-sömürgecilik, anti-emperyalizm, ulusal bağımsızlık vb. unsurların baskınlığına karşın, anti-kapitalizm çok çekinik hatta esamesi okunmayan bir unsur haline gelmiştir. Bu, Dünya’ya daha çok yoksul ülke ve bölgelerin geri kalmışlığının zengin ülkelerdeki kapitalist gelişmenin bir ürünü olduğunu ileri süren Bağımlılık Okulu teorisyenlerinin armağanı olurken, Türkiye’de de Demokratik Devrim tezinin zemininde kendine yer bulmuştur.
Bağımlılık Okulu tezlerinde olduğu gibi, Demokratik Devrimci tezler de toplumsal dönüşümün öznesi olarak işçi sınıfını görmez. Hatta sınıf analizinin sömürge geçmişi olan feodal toplumlarda geçerli olmadığı düşünülür. Bu yaklaşımlara göre, ülkelerin geri kalmışlıklarının nedeni gelişmiş ülkelere olan bağımlılıklarında ve hâlâ feodal geçmişlerinden kapitalizme tam anlamıyla bir geçiş yapamadıklarında yatar. Bu nedenle de mücadelenin iki ana hattı vardır: Burjuva demokratik devrimlerini tamamlamak ve bağımlılık halinden kurtulmak. Oysa ki, sömürge geçmişi olan ülkelerde feodal üretim tarzının hüküm sürdüğünü söylemek birçok açıdan eksikli ve hatta tarihsel olarak yanlıştır. Yeni sömürgecilik döneminde, sömürgelerde burjuvazi ve işçi sınıfı yeterince gelişmemiş olsa da, kapitalist pazarın işleyiş ilkeleri yerleştirilmeye başlanmıştır. Marx’ın sömürgeciliğin toplumları ilerletici faydası olduğu yönündeki iddiasını da aslında Komünist Manifesto’daki vurgular olmadan okumak anlamlı değildir: Kapitalizmin yayılma ve derinleşme eğilimi. Buna göre, kapitalist yayılmacılık gittiği yerlerde de kapitalist ilişkileri kurar ve kapitalist sömürüyü derinleştirir. Ancak, sömürge ülkelerde kapitalistleşme, sınıfsal dinamiği Marx ve Engels tarafından düşünüldüğü anlamda işçi sınıfı lehine beslememiştir.
Marx ve Engels, sömürge sorununa ahlaki açıdan onanacak bir yerden bakmıyor olabilirler; ancak, modernleşmeci okulların yola çıktığı yerden de yola çıkmamaktadırlar. Bu okullarda, sömürgecilik toplumsal modernleşme ve refah yolunda önemli bir adımken, Marx ve Engels’te dünya devriminin önündeki engelleri kaldırmaya kapitalist sömürgeci devletlerin sunduğu bilinçsiz bir katkıdır. Sömürgeci ülkeler, sömürgelerde toplumsal durumu maddi olarak daha iyi bir hale koymazlar, yalnızca üretici güçlerin gelişmesinin önkoşullarını oluşturabilirler. Bu açıdan, Marx ve Engels’te sömürgecilik, ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkına sahip oldukları gibi evrensel bir ilke ve demokratizm üzerinden değerlendirilmemiş, onun yerine işçi sınıfının yakın geleceğine dair beklentiler temel ölçüt olarak alınmıştır.
Marx ve Engels’in İngiliz Sömürgeciliği özelindeki ve Asya Tipi Üretim Tarzı tartışmalarının dışında, sömürgecilikle feodalizm ve kapitalizme geçiş tartışmalarının iç içe geçmesinin bir nedeni de Batı Avrupa’nın kapitalistleşme yolunda çok ilerlediği bir dönemde, 18. yüzyılın sonlarına doğru, Doğu Avrupa’da bu gelişmeye bağlı bir biçimde ikinci servaj döneminin başlamasıdır. Buna göre, Batı’daki kapitalist gelişmenin koşullarını yaratan biraz da Doğu’daki ikinci servaj dönemidir. Osmanlı Devleti’nin de son dönemi bir anlamda bu ikinci servaj döneminin parçası olarak görülmüştür ve Osmanlı’nın yarı sömürgeleşmesi tartışmaları da bu resmin üzerine oturtulmuştur. Elbette, bu yarı-sömürgeleşme saptamasının altında yatan Osmanlı dış borçlanmaları ve ticaret anlaşmaları da tabloya eklenmelidir.
Bu açıdan, burjuva devrimlerinin tamamlanması ile kapitalizme geçiş arasında doğrudan bir bağ kurulmasının yanında, bu ülkelerin toplumsal gelişmemişliklerinin nedenini, tamamlanamayan burjuva devrimlerinde aramak, sosyalist mücadelenin de içeriğini anti-kapitalizmden koparıp sadece sömürgecilik karşıtı, anti-emperyalist bir hatta yerleştirmek olmuştur. Yukarıda da değindiğimiz gibi, Türkiye’de bu tartışmanın kaynağında Osmanlı’nın son döneminden itibaren yarı-sömürge bir devlet olduğu fikri yatmaktadır.
Bu genel kanı, Türkiye solunun tarihini uzun yıllar belirlemiştir. Solun teorik aklının zeminini belirleyen yarı-sömürgecilik tartışmalarının sonucu, “milli” olanın gelişmesi idealidir. Bağımlılık tartışmalarının genelinin işaret ettiği emperyalist merkezlerle işbirliği yapan komprador burjuvaziye karşı millici bir burjuvazi şarttır. Bu açıdan da Demokratik Devrimcilik tezlerinde, Türkiye’de toplumsal gelişimin tamamlanması ve Türkiye’nin yarı-sömürge olmaktan kurtulması için milli burjuvazi doğal müttefik olarak görülmüştür. Bu görüşe göre, ülkede henüz burjuva demokratik devrim tamamlanmadığından ve zayıf bir burjuvazi olmasından ötürü “sömürge tipi faşizm” görülmektedir. Batı tipi burjuva demokrasisi henüz ülkede yerini alamamıştır. Sonuç olarak, devrimci demokrasinin yarı-sömürgeci ülkelerdeki ve Türkiye özgüllüğündeki saptamalarının olumlu anti-emperyalist işlevleri ile birlikte, bilimsel sosyalizm ve geleneksel solla kan uyuşmazlıkları olmuştur.
Sınıf – (Alm. Klasse; Fr. Classe; İng. Class) Sınıf kavramı hem Marksist kuram hem de sosyal bilimler açısından en önemli kavramlardan biridir. Aynı zamanda, kavramın, gerek anlamı gerekse kapsamı itibariyle son derece tartışmalı bir geçmişi olduğunu da söyleyebiliriz. Bu tartışmalarda, sınıf kavramına merkezi bir rol tanıyan okullar kadar, sınıfı toplumsal yapının herhangi bir değişkeni olarak değerlendirenler, hatta sınıf olgusunu doğrudan reddedenler de bulunmaktadır. Sonuç olarak, özellikle Marksizmin ortaya çıkışından itibaren, toplum üzerine düşünen her kuramın ve kuramcının, kimi zaman alternatif bir yöntem önermek için, kimi zaman da reddetmek için dahi olsa sınıf kavramının çekiciliğinden kurtulamadığı görülebilir.
Marksist kuram içinde ise sınıf kavramı hakkında yürütülen tartışmaların özel bir anlamı vardır. Marksizmin siyasal mücadele ile kopmaz bağları olması nedeniyle, sınıf kavramı üzerine yürütülen her tartışma, mevcut koşullardaki siyasal mücadelenin strateji ve taktiklerine yönelik belirgin sonuçlar yaratmıştır. Kimi zaman da, söz konusu koşullarda uygulanması düşünülen siyasal mücadelenin ihtiyaçları doğrultusunda, sınıf kavramına ilişkin revizyonlar önerilmiştir. Bütün bu tartışmaları özetlediğimizde, iki ana eksen üzerinde farklılaşan ve sınıfı dar ya da geniş kapsamıyla ve nesnel ya da öznel oluşumuyla tanımlamayı tercih eden konumların ortaya çıktığını söyleyebiliriz.
Birinci eksen üzerinde yürüyen tartışmalara baktığımızda, sınıfı fiili olarak sanayi sektöründe istihdam edilen ve artı-ürün üreten mavi yakalı kesimlerle sınırlayan dar bir yorumun karşısında, verili andaki istihdam biçimine bakmaksızın sınıfı üretim araçlarının mülkiyetinden yoksunluk ölçütüyle tanımlayan geniş bir yorumun var olduğunu görebiliriz. Oysa, Marx’ın özgün eserlerine baktığımızda, sınıfın en önemli özelliğinin üretim araçlarından yoksun bırakılmışlık anlamında mülksüzleşme ve buna bağlı olarak kapitalizm koşullarında piyasaya sürebileceği emek-gücü sahipliği olduğu açıktır. Başka bir deyişle, bir işçi kapitalizm öncesine ait her tür yükümlülük ve bağdan kurtulup sermaye sahibiyle “özgür” bir iş akdi yapabildiği sürece, emek-gücünün hangi sektörde değerlendirildiğinin, emek-gücünün karşılığının ne tür bir ücret rejiminde alındığının, hatta emek-gücünün bir istihdam-ücret zinciriyle fiilen realize edilip edilmediğinin sınıf tanımında belirleyici bir rolü yoktur. Bu anlamda, Marx’ın özgün değerlendirmesinin, burada sınıfın geniş yorumu olarak adlandırdığımız eğilimle ortaklaştığını söylememiz mümkündür.
İkinci eksen üzerinde yürüyen tartışmalar ise, ağırlıklı olarak sınıfın üretim süreci içindeki konumu (üretim araçlarından yoksun bırakılmışlık, mülksüzleşme) ile tanımlanmasını öneren nesnellik öncelikli bir yorum ile sınıfı nesnel konumundan çok verili bir andaki siyasal-ideolojik yönelimleriyle tanımlamayı öneren öznellik öncelikli bir yorum arasında sürmüştür. Sınıfı sahip olduğu siyasal-ideolojik tercihlerle tanımlamanın, tarihsel materyalizmin temel ilkeleriyle açık bir uyuşmazlık yaratmasının ötesinde, her özel konjonktürde değişebilecek kadar hareketli bir alandan çıkarsanan ölçütlerin, görece kalıcı olması gereken bir tanım için yeteri kadar işe yarar olmayacağını söyleyebiliriz. Yine Marx’a döndüğümüzde, sınıfın verili bir andaki mevcut siyasal-ideolojik yönelimlerinin sınıf tanımının yerine konmadığını, hatta sınıf çıkarlarıyla çelişen siyasal-ideolojik tercihlerin varlığının bir mücadele konusu haline getirildiğini, bu anlamda sınıf tanımının belirleyici ölçütlerinin üretim araçlarından yoksunluk ve emek-gücü sahipliği olduğu açıktır.
Kuşkusuz, sınıf kavramına ilişkin tartışmalar bu kısa özette ortaya konulduğu kadar yüzeysel ve basit değildir. Üstelik genel kuram düzeyinde ayrıştırılan birçok özelliğin, daha somut çözümleme ölçeklerine inildiğinde iç içe geçtiğini ve karmaşıklaştığını belirtmeliyiz. Bu anlamda, sınıf kavramına ilişkin tanımlama çabaları, belirgin zorluklar da içermektedir. Zorlukların başlıcası, toplumsal yapının karmaşıklığı ve saydamlıktan uzak oluşudur. Bu nedenle sınıf yapılarının ve ilişkilerinin nerede başlayıp nerede bittiğini saptamak zorlaşmakta, toplumsal formasyon düzeyine yaklaşıldıkça sınıf ilişkileri karmaşıklaşmaktadır. Üstelik, Marx’ın doğrudan sınıf başlığı altında çok az eseri bulunması, Marksistleri özgün metinlerden ve Marx’ın yöntemsel önermelerinden çeşitli çıkarsamalarla ilerlemek durumunda bırakmaktadır. Yine de, bütün bu zorluklara karşın, elimizde oldukça açıklayıcı ve tutarlı bir Marksist sınıf anlayışı olduğunu söylememiz mümkündür.
Her şeyden önce, Marx’ın özgün katkısının sınıfların ya da sınıf mücadelelerinin varlığını göstermesinde değil, sınıf ayrışması ile üretim ilişkileri arasındaki bağı bilimsel olarak çözümlemesinde yattığını görmek gerekmektedir. Demek ki, Marx, öncellerinden farklı olarak, sınıfların varlığının insan toplumlarının gelişimindeki belirli evrelerden kaynaklandığını, bu evreler aşıldığı zaman sınıf ayrışmasının da yok olacağını ilk kez ortaya atan isimdir. Daha özel olarak kapitalist topluma yönelik çözümlemelerinde ise, kapitalizmin sınıflı toplumların en açık ve en son biçimi olduğunu, kapitalizmde temel çelişkinin işçi sınıfı ile burjuvazi arasında olduğunu ve toplumsal yapıyı sınıf eşitsizliklerinden kurtarabilecek tek grubun da işçi sınıfı olduğunu göstermiştir. Marksist kuramda işçi sınıfına tanınan ayrıcalıklı konumun en önemli nedeni budur.
Fakat, Marx için, işçi sınıfının önemi başka olgulardan da kaynaklanmaktadır. İlk olarak, işçi sınıfı, sınıflı toplumlar tarihinde görülmemiş biçimde, kendi egemenliğinde hiçbir toplumsal grubu ya da başka bir sınıfı sömürmekte çıkarı olmayan, bu nedenle de kendisiyle birlikte tüm insanlığı özgürleştirecek olan “evrensel” sınıftır. Ayrıca, kapitalizmin ardından gelecek sosyalist toplumda en dolaysız ve gerçek çıkarı olan sınıf da işçi sınıfıdır. Son olarak, işçi sınıfı, kapitalizmin yıkılmasını ve giderek insanlığın evrensel özgürleşmesini hayata geçirebilmek için gerekli stratejik tarihsel güce sahip tek toplumsal gruptur.
Bir başka açıdan baktığımızda ise Marksist kuramda işçi sınıfının ayrıcalıklı konumunu haklılaştıran kimi yöntemsel özellikler de görmekteyiz. Diğer bir deyişle, Marx, kendi kuramını oluştururken yoksulluğu, düşük ücretleri ya da sağlıksız toplumsal koşulları nedeniyle değil, sınıf kavramının toplumsal yapının çözümlenmesindeki açık üstünlüğü nedeniyle de işçi sınıfına merkezi bir yer vermiştir. Zira Marx’a göre, sınıflı toplum deyişi, içerisinde sınıfların olduğu toplumdan çok, ancak sınıf ilişkilerinin belirleyici olduğu bir bakış açısıyla anlaşılabilecek bir tarihsel yapıyı ifade eder. Dolayısıyla, tarihsel ve toplumsal bir formasyon olarak kapitalizm, barındırdığı özgün sınıfsal yapının karakterinin ve buradan kaynaklanan sınıf mücadelelerinin çözümlenmesi sayesinde anlaşılabilir. Bu anlamda, sınıf kavramı, kuramsal ve felsefi olduğu kadar, tarihsel, sosyolojik ve siyasal nitelikler de taşır.
Marx’ın belirleyici ölçütünün üretim araçlarından yoksunluk ve emek-gücü sahipliği olduğunu hatırlarsak, Marksist sınıf yaklaşımında önceliğin, insanların üretim ilişkileri içindeki konumunda olduğu açıktır. Bir başka anlatımla, Marx’a göre, sınıfsal oluşumun ilk uğrağı üretim ilişkileri içindeki nesnel konumdur. İnsanların üretim araçlarıyla kurdukları ilişkiler üzerinden tanımlanan sınıf kavramı, bu anlamda, sınıfın kimleri kapsadığından çok, sınıfsal ayrışmayı yaratan sömürü ve üretim sürecine odaklanmaktadır. Dolayısıyla, üretim araçlarından yoksun bırakılarak mülksüzleştirilmiş ve piyasada emek-gücünden başka satacak hiçbir şeyi olmayan insanlar nesnel olarak aynı sınıfın üyeleridir. Bu nesnel konum, sınıf aidiyetini belirlediği kadar, sınıf çıkarının da üzerinde tanımlanacağı tek gerçek zemindir.
Aynı ilkeden hareketle, sınıf içi farklılaşmaların da sınıf tanımında belirleyici rolü olmadığını söyleyebiliriz. Marx’a göre, sınıf yapısı toplumsal işbölümünden kaynaklanan bir tarihsel ayrışmadır. Bu ayrışmanın ölçütü ise üretim araçlarına sahiplik ya da onlardan yoksunluktur. Toplumsal işbölümünden farklı olarak, üretim sürecinin ihtiyaçları doğrultusunda biçimlenen ve buna bağlı olarak değişkenlik gösterebilen teknik işbölümü ise, sınıf içi farklılaşmaların en önemli nedenidir. Bu anlamda, sınıf içi meslek, ücret, statü farklılıkları ve sektörel yoğunlaşmalar, sınıf tanıma dahil edilebilecek ölçütler değil, verili andaki sermaye birikim biçiminin ihtiyaçları doğrultusunda oluşmuş değişkenlerdir. Dolayısıyla, Marx’ın sınıfı türdeş değil, değişik katmanlar ve bölünmeler içeren tarihsel bir oluşum olarak gördüğünü; üretken emek – üretken olmayan emek, kol emeği – kafa emeği, mavi yakalı – beyaz yakalı gibi ayrımları sınıf tanımının belirleyici ölçütleri olarak değil, emeğin farklı işlevleri, etkinlikleri ve örgütlenmesi biçiminde değerlendirdiğini söylemek mümkündür.
Marx’ta bulunan “kolektif işçi” ya da “sömürülebilir emek-gücü” gibi kavramlar da, sınıf tanımının kapsamı hakkında fikir verebilecek durumdadır. Sektör ya da ücret farklılıkları gibi olgular karşısında farklı bir sınıf tanımına gitmek yerine, mülksüzleşme ve emek-gücü sahipliğini öne çıkaran Marx, kapsayıcı bir kategori olarak kolektif işçi kavramını önermiştir. Benzer biçimde, üretim sürecinde fiili olarak istihdam şansı bulamayan kesimleri de sömürülebilir emek-gücü kavramıyla tanımlayarak, sınıf kavramının kapsamını geniş tutmaya özen göstermiştir. Baştan bu yana değinildiği gibi, kavramın kapsamını geniş tutmak yönündeki çabaların temelinde ise, sınıfın üretim araçlarından yoksunluk ve emek-gücü sahipliği ölçütleriyle tanımlanması yatmaktadır.
Elbette, Marksist sınıf kuramının ele alınması gereken daha birçok özelliği vardır. Ayırt edici özelliklerinden biri de, sınıfın tarihsel bir oluşum olarak tanımlanmasıdır. Bu, sınıfın, genel olarak sınıflı toplumlara, özel olarak da kapitalist üretim tarzına ait bir olgu olmasının yanı sıra, olmuş bitmiş bir yapıyı değil, devamlı hareket halindeki bir süreci ifade ettiğini de söylemektedir. Bu anlamda sınıf, durağan ve sabit bir toplumsal katman değil, ilişkisel ve hareket halindeki bir tarihsel oluşumdur. O halde, sınıfların tek tek ve ayrıksı olarak incelenmesi mümkün değildir; Marksist kuramda sınıflar üretim ilişkileri içerisindeki karşılıklı ilişkileriyle ve tarihsel süreç içinde ele alınıp çözümlenmelidirler.
Ayrıca sınıfa ilişkin çözümlemeler, farklı soyutlama düzeylerinde çeşitlilik göstermektedir. Marx’ın temel ölçütleri olarak tanımladığımız üretim araçlarından yoksunluk ve emek-gücü sahipliği, bu anlamda, sınıfın üretim tarzı düzeyinde tanımlandığı evrensel ölçekte bir kavramsal soyutlama olarak görülmelidir. Bunun ötesinde, sınıfın belirli bir ülkede ve tarihsel süreçte geçirdiği oluşum sürecini çözümlemek için, toplumsal formasyon düzeyine inmek ve çözümlemeyi sürdürmek gereklidir. Aksi takdirde, sınıf içi farklılaşmalardan ideolojik-siyasal yönelimlere kadar birçok değişken çözümlenemeyecek ve kavramsal bir yapı haline getirilemeyecektir. Marx da soyutlama düzeyi yüksek çalışmalarında üretim tarzı düzeyinde tanımlara giderek daha sadeleşmiş bir sınıf yapısı çözümlemesi sunarken, özgül bir toplumsal ve tarihsel kesiti çözümlemeye yöneldiğinde görece karmaşık, çok katmanlı ve iç içe geçmiş sınıf oluşumları saptamıştır. Burada yöntemsel bir tutarsızlıktan çok, Marksist yöntemin karakteristik özelliklerinden biri söz konusudur.
Kısacası, Marksist kuram açısından sınıf, belirli tarihsel ve toplumsal koşullara özgü bir ilişkidir; ikinci olarak, sınıf, üretim ilişkileri içerisindeki konumla tanımlanan nesnel bir ilişkidir; üçüncüsü, sınıf, üretim ilişkilerine özgü çıkar çatışmasından kaynaklanan uzlaşmaz bir ilişkidir; son olarak, sınıf, sınıf mücadelesi süreçlerinden ayrı olarak düşünülemeyecek bir ilişkidir.
Sinnlichkeit – Feuerbach'ta çeşitli anlamlarda kullanılmıştır. Biz, gene de burada İngilzce çevirinin anladığı gibi duyarlığın (duyu- algı) söz konusu olduğunu sanmıyoruz. "Soyuttan somuta, düşünselden (idéal) gerçeğe" giden ve hiç bir zaman "kendi öz soyutlamalarının gerçekleşmesi"nden başka bir şeye erişmeyen kurgusal felsefeye karşı çıkan Feuerbach, felsefenin çıkış noktası olarak gerçeği almasını ister. Felsefe Reformu İçin Geçici Tezler'de (n° 65) şöyle yazar: "Tüm bilimler doğaya dayanmalıdırlar. Kendi doğal temelini bulmadıkça, bir kuram, bir varsayımdan başka bir şey değildir." (Loc. cit., s. 125.)
Son test [Sosyal Bilimlerde Araştırma Yöntemleri] – Bağımsız değişkene maruz kaldıktan sonra bir bağımlı değişkenin yeniden ölçümü.
Sorun [Sosyal Bilimlerde Araştırma Yöntemleri] – Bireyi fiziksel ya da düşünsel yönden rahatsız eden, kararsızlık ve birden çok çözüm yolu olasılığı görünen her durum.
Sosyalizm (Alm. Sozialismus; Fr. Socialisme; İng. Socialism) – İşçi sınıfının siyasal bir devrim yoluyla iktidarı burjuvazinin elinden almasını ve böylece kapitalist üretim ilişkileri yerine toplumsal üretim ilişkilerini geçirerek sınıfsız bir toplum ve dünyayı yaratmayı amaçlayan i) bir öğreti, ii) bir siyasi hareket ve iii) devrimden sonra bu amacın gerçekleşmesi için kurulması planlanan veya kurulan toplumsal düzenin adıdır.
Kavramı modern anlamıyla ilk kez bütünlüklü bir biçimde ortaya koyan metin Karl Marx ve Friedrich Engels’in yazdığı ve 1848’de yayımlanan Komünist Parti Manifestosu’dur. Öte yandan “sosyalizm”e dair bu önemli metinde sosyalist ve sosyalizm terimleri yerine sırasıyla komünist ve komünizm terimlerinin kullanılmış olmasının, yazıldığı dönemin tartışmaları ile yakın bir ilişkisi vardır. Engels’in Manifesto’ya yazdığı 1888 tarihli Önsöz bu tercihin tarihsel nedenlerini açıklar:
“… 1847’de sosyalizm orta katmanların bir hareketi, komünizm işçi sınıfının bir hareketiydi. Sosyalizm en azından kıta Avrupası’nda “salon”lara kabul edilebiliyordu; komünizm içinse tam tersi geçerliydi. Ve biz en başından itibaren, “işçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olmak zorundadır” diye düşündüğümüzden, bu iki isimden hangisini seçmek zorunda olduğumuz konusunda herhangi bir kuşku olamazdı. Dahası, o zamandan beri bu isimden vazgeçmek de aklımıza gelmedi.”
Kavrama ilişkin her üç anlamın da temelleri esasen 1800’lerin ortasında işçi sınıfının Avrupa’da ilk kez bağımsız bir sınıf olarak tarih sahnesine çıkması ile birlikte Marx ve Engels’in var olan kuramsal ve politik okullarla mücadelelerinin sonucu olarak atılmıştır. Bu anlamda modern sosyalizmin kurucuları olan Marx ve Engels’in yapıtlarına kaynaklık eden üç ana gelenek Alman felsefesi, İngiliz politik-ekonomisi ve Fransız sosyalizmidir.
Marx ve Engels’den sonraki en önemli kuramsal ve politik katkı, 1900’lerin başında Vladimir İliç Lenin tarafından, özellikle de Rusya’da önderlik ettiği partinin devrim yapması sonucu gerçekleşmiştir.
Yaklaşık olarak 70 gün süren 1871 Paris Komünü deneyimi, tarihteki ilk sosyalizm deneyimidir. Bir sonraki sosyalizm deneyimi ise yaklaşık olarak 70 yıl süren Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği deneyimidir.
Sonuç olarak 150 yılı aşkın bir tarih içinde birlikte gelişen bu üç anlamı birbirinden tamamen ayrı düşünmek doğru olmasa da bu anlamlar en azından hem üzerlerinde cereyan eden tartışmalar hem de terminoloji açısından ayrı başlıklar altında ele alınabilir.
i) Bir öğreti olarak sosyalizm: Marx’ın da Manifesto’dan henüz bir kaç yıl sonra kuramsal katkısını özetlediği metin aynı zamanda modern sosyalizmin temel ilkelerini sunar (Marx’tan Weydemeyer’e mektup):
“Burjuva tarihçileri bu sınıf mücadelesinin tarihsel gelişimini, burjuva iktisatçılar da sınıfların ekonomik anatomisini benden çok önce açıklamışlardır. Benim yeni olarak yaptığım:
1) Sınıfların varlığının ancak üretimin gelişimindeki belirli tarihsel evrelere bağlı olduğunu;
2) Sınıf mücadelesinin zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne vardığını;
3) Bu diktatörlüğün kendisinin bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız bir topluma geçişten başka bir şey olmadığını tanıtlamak olmuştur.”
Engels ise Manifesto’dan yaklaşık 30 yıl sonra, bir kuram olarak modern sosyalizmin Marx’ın iki ana buluşuna, yani “tarihin materyalist anlayışı ile kapitalist üretimin gizeminin artı değer aracılığıyla açıklanmasına” dayandığını yazar (Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm). Engels sonuç olarak “sosyalizm”in bu iki buluşla birlikte bir bilim haline geldiğini belirtir ve zaman zaman “modern sosyalizm” olarak da adlandırdığı bu yeni sosyalizm için “bilimsel sosyalizm” terimini kullanır. Engels aynı eserinde, Marx’la birlikte kullandığı “materyalist tarih anlayışı” yerine, “bilimsel sosyalizm”in kuramsal temelleri anlamında “tarihsel materyalizm” terimini kullanır.
1870’lerin sonlarında başka bir yeni terim, Marksizm kullanılmaya başlanır. Ancak bu kez bu yeni terim, öğretinin kurucuları Marx veya Engels tarafından değil tam aksine onların kavgalı oldukları Fransız sosyalistleri tarafından ilk kez kullanıma sokulur. Öte yandan Engels’in sadece birkaç özel mektubunda kullanılan bu yeni terimi Marx ve Engels tarafından daha çok eleştiri amacıyla kullanmış oldukları açıktır (Engels’ten Laura Lafargue’ye mektup):
“Şimdi zafer artık bizimdir, tüm dünyaya Avrupa’daki bütün Sosyalistlerin ‘Marksist’ (bu ismi bize verdikleri için deliye dönecekler) olduğunu ispat ettik”
Yine de “Marksizm” zamanla önemli oranda “bilimsel sosyalizm”in yerini alarak giderek başat terim haline gelir.
Kavramın kuramsal anlamına ilişkin önemli bir başka yenilik, Rus Marksist’i Plehanov’un 1891’de “diyalektik materyalizm” terimini kullanmasıdır. Bu terim Plehanov’un kullandığı anlamıyla Marksizm’in genel yöntemi olarak yerleşiklik kazanmıştır. Bu anlamda, genellikle, “tarihsel materyalizm” Marksist bilime, “diyalektik materyalizm” de Marksist felsefeye karşılık gelen bir terim olarak kullanılmaktadır.
Marx ve Engels’ten sonra “sosyalizm”in kuramsal anlamına dair yeni bir terimin girişi, geliştirdiği emperyalizm eleştirisi ve “eşitsiz gelişim kuramı” ile tarihsel olarak Marksizm’e çok önemli katkıları yapan Lenin’in adı üzerinden gerçekleşir. Bu yeni terim, Leninizm, çoğunlukla Marksizm-Leninizm biçiminde kullanılır. Öte yandan Leninizm’in de sosyalizm gibi sadece bir kuram değil aynı zamanda bir siyasi hareket anlamını taşıdığı da belirtilmelidir.
ii) Bir siyasi hareket olarak sosyalizm: Manifesto’da Marx ve Engels komünistlerin bir siyasi hareket olarak bugün de geçerliliğini koruyan genel ilkesini net bir şekilde ifade etmişlerdir: “Proletaryanın sınıf olarak oluşması, burjuva egemenliğinin yıkılması ve siyasal iktidarın proletarya tarafından fethedilmesi.”
Sosyalist hareketin tarihinde önemli tartışma başlıkları olan bu üç önerme Manifesto’da ayrıntılı bir biçimde ele alınır:
- Proletaryanın bir sınıf olarak oluşması “bir sınıf olarak ve bunun sonucunda bir siyasal parti olarak örgütlenmesidir.”
- Burjuva egemenliğinin yıkılmasının yolu “komünist devrim”dir.
- Siyasal iktidarın proletarya tarafından fethedilmesi ise proletarya diktatörlüğü yoluyla gerçekleşecektir.
İşçi sınıfının bir siyasi parti olarak örgütlenmesi, sosyalist hareket içinde bu partinin niteliği ve işçi sınıfı ile ilişkileri hakkında tartışmaların konusu olmuştur. Manifesto’nun yazıldığı yıllarda ise parti kavramı henüz modern anlamına kavuşmamıştır. Sosyalist hareket ve işçiler için daha çok dernekler ve birlikler biçimindeki bir örgüt pratiği geçerlidir.
1848 devrimlerinin yenilgiyle sonuçlanmasından 10 yıl sonra devrimci hareket Avrupa’da yeniden yükselişe geçer ve böylece 1860’larda hem daha sonra kitleselleşecek işçi partileri hem de Uluslararası İşçiler Birliği, daha sonraki isimlendirme ile I. Enternasyonal kurulur.
Bu dönemde Marksizm, sosyalist hareket içinde giderek başat bir akım haline gelmesine karşılık Marx ve Engels’in kitleselleşen işçi partileriyle, özellikle de “sosyal demokrasi”nin doğuşuna kaynaklık eden Alman sosyal demokrat partileri ile yakın ama hep eleştirel bir mesafeleri vardır. Bu partilerin “sosyal demokrasi”sinin bugünkü anlamına kavuşması ise bu partilerin zamanla Marksizm’in temel doğrultusundan uzaklaşıp reformizm ve revizyonizme yönelmeleri ve I. Dünya Savaşı’nda ülkelerindeki burjuva iktidarları destekleyerek milliyetçi politikalar benimsemeleri sonucunda gerçekleşir.
Sosyal demokrat partilerdeki bu eğilimlerin Marksizm’den uzaklaşmalarının arkasında ise komünist devrim ve proletarya diktatörlüğü gibi Marksizm’in temel önermelerini terk etmeleri vardır.
Sonuç olarak, sosyal-demokrat partilerdeki bu eğilimler II. Enternasyonal’in dağılmasına neden olur ve bu eğilimlerle mücadele eden Marksistler önce sosyal demokrat partilerden koparak komünist örgütler kurar, daha sonra da 1917 Ekim Devimi ile birlikte “komünist parti” adını kullanmaya başlarlar. Örnek olarak, Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nden ayrılıp Rosa Luxemburg’un öncülüğünde kurulan Spartakistler Birliği ve Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nden ayrılıp Lenin öncülüğünde kurulan Bolşevik Parti, 1917’den sonra sırasıyla Alman Komünist Partisi ve Rusya Komünist Partisi isimlerini alırlar.
Lenin’in önderliğindeki Bolşevik Parti’nin gerçekleştirdiği Ekim Devrimi’yle Rusya’da sosyalizmi inşaya girişmesi, komünist hareket içindeki “proletarya diktatörlüğü”, “öncü parti” ve “işçi sınıfının kendiliğindenciliği” gibi tartışma başlıklarının bir anlamda sonuca ulaşması anlamına gelir.
Sonuç olarak Lenin’in sosyalizme bu alandaki tartışmalara katkısı “Leninist örgüt kuramı” olarak tanınmıştır. Öte yandan, Rusya gibi henüz kapitalizmin Avrupa’daki kadar gelişkin olmadığı ve bu anlamda Marksistlerin devrimi öncelikli olarak beklemedikleri bir ülkede devrimin gerçekleştirilmesi ve böylece dünyadaki ilk işçi devletinin kurulması, Lenin’in sosyalist harekete en büyük katkısıdır. Bu katkının arkasında da yine Lenin’in emperyalizm eleştirisinden elde ettiği eşitsiz gelişme yasasının bir sonucu olarak devrimin emperyalizmin çelişkilerinin biriktiği zayıf halka ülkelerinde gerçekleşme öngörüsü yatmaktadır.
Devrimden iki yıl sonra Bolşeviklerin öncülüğünde III. Enternasyonal’in (Komünist Enternasyonal), diğer adıyla Komintern’in Moskova’da kurulmasıyla Lenin’in düşünceleri dünyadaki komünist hareket içinde başat konuma gelir. Komintern aynı zamanda resmi amacı olarak “Sosyalist Sovyet Cumhuriyetlerinin Dünya Birliği”nin kurulmasını benimseyerek II. Enternasyonal’in milliyetçi eğilimlerine karşı da bir yanıt niteliğini taşımıştır.
Öte yandan, Ekim Devrimi’nin giderek tüm dünyaya yayılamaması, sosyalizmin tek ülkede mümkün olup olmadığı tartışmasıyla birlikte mücadelenin öncelikli ölçeği, yani ulusal veya uluslararası olup olmaması gerektiği tartışmasını da beraberinde getirmiştir.
Manifesto bu başlıkta da komünist partilere geçmişte olduğu kadar bugün de yol göstermeye devam etmektedir. Manifesto’da sınıf mücadelesinin öncelikle ulusal bir mücadele olduğu ve her ülkedeki işçi sınıfının önce kendi burjuvazisiyle hesaplaşmak zorunda olduğu belirtilir. Ayrıca, ulus-devletler içindeki sınıf mücadelelerinin kazanılmasının, ulusların kendi aralarındaki karşıtlığa da son vereceği öne sürülür. Manifesto’nun son cümlesi ise sınıf mücadelesinin uluslararası boyutunu en açık ifade eden cümledir: “Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!”
iii) Toplumsal bir düzen olarak sosyalizm: Manifesto’da komünist bir devrimden sonra kurulacak toplumsal düzende başta mülkiyet ilişkileri olmak üzere emek, aile, evlilik, eğitim ve ulus gibi olguların alacağı biçim ve içerik burjuva toplumun eleştirisi üzerinden karşılaştırmalı olarak sunulur. Bu yeni toplumsal düzenin, yani komünizmin, iktidarın işçi sınıfı tarafından ele geçirilmesiyle bir anda gerçekleşmeyeceği de Manifesto’dan anlaşılmaktadır:
“Proletarya, siyasal egemenliğini, tüm sermayeyi burjuvaziden derece derece koparıp almak, tüm üretim aletlerini devletin, yani egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın elinde merkezileştirmek ve üretici güçler kitlesini olabildiğince çoğaltmak için kullanacaktır.”
Manifesto’da henüz bu terim kullanılmasa da bu sürecin Marx ve Engels’in sonraki eserlerinde kullandıkları anlamıyla başlangıçta “proletarya diktatörlüğü” olarak örgütleneceği görülebilir. Bu sürecin sonunda işçi sınıfı kendi egemenliği ile birlikte kendisini de ortadan kaldıracak sınıfsız toplumu kuracaktır.
Manifesto’daki bu yaklaşım Marx’ın 1875 yılında yazdığı Gotha Programı’nın Eleştirisi’nde daha ayrıntılı ve açık bir biçimde ifade edilir: Proletarya diktatörlüğü kapitalist toplum ile komünist toplum arasındaki siyasal bir geçiş dönemidir. Marx bu dönem için aynı zamanda “komünist toplumun birinci aşaması” ifadesini de kullanır. Marx komünist toplumun başka bir aşamasından daha söz eder:
“Komünist toplumun daha yüksek bir aşamasından, bireylerin işbölümüne ve onunla birlikte kafa emeği ile kol emeği arasındaki çelişkiye kölece boyun eğişleri sona erdiği zaman; emek, yalnızca bir geçim aracı değil, ama kendisi birincil yaşamsal gereksinim haline geldiği zaman; bireylerin çeşitli biçimde gelişmeleriyle, üretici güçler de arttığı ve bütün kolektif zenginlik kaynakları gürül gürül fışkırdığı zaman, ancak o zaman, burjuva hukukunun dar ufukları kesin olarak aşılmış olacak ve toplum, bayraklarının üstüne şunu yazabilecektir: Herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinimine göre!”
Lenin de Marx’ın bu yaklaşımını benimsemiş, ancak “komünist toplumun birinci aşamasını” sosyalizm, “komünist toplumun daha yüksek bir aşamasını” ise komünizm olarak adlandırmıştır. Lenin’in bu yeni adlandırması Marksist literatürde bu şekilde benimsenmiştir.
Genel olarak Marx, Engels ve Lenin’in yapıtlarında bir toplumsal düzen anlamında ağırlıklı olarak kapitalizm eleştirisi yer alırken, sosyalizm ve özellikle de komünizm üzerine yazılanlar çok daha az bir hacmi kaplar. Bu anlamda Manifesto’da komünist devrim sonrası önlemlerin farklı ülkelere göre farklılıklar gösterebileceği belirtilmiştir. Yine de bu yapıtlar sosyalist ve komünist toplumun örgütlenmesine dair can alıcı ilkeleri sunmaktadır.
Son olarak Paris Komünü ve Sovyetler Birliği gibi geçmiş sosyalizm deneyimleri kadar Çin Halk Cumhuriyeti gibi tartışmalı veya Küba Cumhuriyeti gibi yaşayan sosyalizm deneyimleri ışığında da önemli bir birikim oluşmaya devam etmektedir.
Sosyalistlere karşı yasa — Almanya'da 21 Ekim 1878'de çıkartıldı. Buna göre, Sosyal-Demokrat Partinin bütün örgütleri, işçilerin yığın örgütleri ve işçilerin yayın organları yasaklanıyor, sosyalist yayınlar toplattırılıyor ve sosyal-demokratlar cezalandırılıyordu. Yığınsal işçi sınıfı hareketlerinin baskısı altında bu yasa 1 Ekim 1890'da kaldırıldı. 5 Aralık 1894'de sosyalistlere karşı yeni bir yasa tasarısı Reichstag'a getirildi. Ama 11 Mayıs 1895'de reddedildi.
Sömürgecilik -- (Alm. die Kolonisierung; Fr. Colonialisme; İng. Colonialism) Sömürgecilik, bir ülkenin başka bir ülke ya da topluluğun topraklarında ekonomik faaliyetler yürüttüğü, çoğunlukla siyasi karakterde bir yerleşim kurmasıdır. Sömürgecilerle toprakları istila edilen yerliler arasında eşitsiz bir ilişki kurulur. Topraklar ve üzerinde yaşayan halklar, sömügecilerin çıkarları lehine uygulanan üretim biçim ve ilişkileri doğrultusunda, toplumsal ve siyasal alanda yeniden örgütlenirler.
Klasik sömürgeciliğin, Avrupalılar tarafından başlatılan ilk keşiflerden 19.yy ortalarına kadar geçen sürede, Yeni Dünya’nın işgalinin arkasında yatan toplumsal meşruiyet zeminini Avrupalılarla diğer kıtaların yerli halkları arasında hiyerarşik bir ilişki kurulması ve yerli halkların Avrupa uygarlığıyla karşılaştırıldığında barbar olarak nitelenmesi oluşturur. “İnsan”ın altında bir kategori olarak değerlendirilen yerli halklara uygarlık götürülmesi, bu durumun yaygın ifade biçimidir.
Klasik sömürgecilik dönemi, Avrupa’da feodalizmden yeni bir sosyo-ekonomik formasyona geçiş dönemi sancılarının izlerini taşır. Bu açıdan, Haçlı Seferleri, Reform, Rönesans ve feodal dönemin güçsüz krallarının zenginleşme ve güçlenme hırsları, her biri kendi adına sömürgeciliğin zeminini çizmede Avrupa egemen sınıflarının elini kolaylaştırmıştır. Ancak, bütün bu farklı tarihsel olguları üst-belirleyenin kapitalist üretim biçiminin Avrupa’da yeşermeye başlaması olarak görmek gerekir. Nitekim, Avrupa kapitalizmi olgunlaşmak ve evrenselleşmek için sömürgeciliğe ihtiyaç duymuştur. Bu açıdan, klasik sömürgecilik Avrupa kapitalizminin serpilme yatağıdır.
Klasik sömürgeciliği de kendi içinde İber yarımadası monarkları tarafından uygulanan doğrudan sömürgecilik faaliyetlerini içeren bir ilk dönemle (15. ve 16. yüzyıllar), bu bölge imparatorluklarının zayıflamasıyla tarih sahnesine yeni güçlü imparatorluklar olarak çıkan Hollanda ve İngiltere’nin ticaret ve finansa dayalı yayılmacılığına dayanan, 17. yüzyılda ağırlığını koymuş sömürgecilik dönemi olarak ayrıştırmak mümkündür.
İberli sömürgecilerin öncelikli motivasyonları Doğu’ya ulaşmada yeni yollar keşfetmek ve böylece ticarette Müslümanların hakimiyetini kırmaktı. Dönemin güçlü kral ve kraliçelerinin sponsorluğunu yaptığı keşif gezilerinin sonucunda ulaşılan yeni topraklar, bu amaca hizmet etmenin ötesinde, geçiş dönemi sancıları yaşan Avrupa’ya yeni bir soluk imkânı tanıdı. Kilise’nin Hristiyanlığı yayma ateşinin Kıta Avrupası’nda Rönesans ve Reform tarafından söndürülmesi, bu ateşin Yeni Dünya’yı yakmasını engelleyemedi. Öte yandan, Yeni Dünya, gözlerinde siyasi iktidarların meşruiyetinin giderek azalmaya başladığı yoksul köylülerin, topraksızların, kırlardan kentlere göçen ama henüz proleterleşememiş güruhların Kıta Avrupası’ndan tahliye edilmesini ve bu artık nüfusun denizaşırı topraklarda servet avcılığına soyunmasını sağladı.
İber yarımadası monarkları, Yeni Dünya’da kurulan koloniler sayesinde yeni gelir elde etmenin ve uluslaşma yolunda ilerlemenin de ilk tohumlarını atmış oldular.
Klasik sömürgeleşmenin Avrupa’da kurumsallaşmasının ilk tarihi olarak, 1494 yılında, döneminin sömürgeci güçleri İber yarımadası devletlerinden Protekiz ve İspanya’nın Amerika Kıtasındaki yayılmacı hırslarının çakışması sonucu, bu devletlerin Papa’nın çektiği bir sınır çizgisiyle kıtayı aralarında kuzey ve güney kısımlar olarak paylaştığı Tordesillas Anlaşması gösterilebilir.
Klasik sömürgecilik döneminde söylem düzeyinde de olsa kolonilerdeki tüm topraklar hâlâ Kral’ın kişisel mülkiyeti olarak görülüyordu ve sınırlı sayıda aristokrat bu topraklarda vergi toplama, yasa yapma, adalet tesis etme gibi sınırsız haklara sahipti. Yeni Dünya hızla Avrupa’dan ithal edilen feodal düzenin çerçevesinde şekillendiriliyordu. Henüz ticari anlaşmalar serbestleştirilmemişti ve plantasyonlarla Afrika’dan köle ticareti yaygın bir uygulama değildi. Yerli halkı kırıma uğratan sömürgeciler, Amerika’nın ormanlarında, topraklarında köle olarak çalıştırmak üzere insan avına çıkıyorlardı.
Sonuç olarak, klasik dönem sömürgeciliğin ilk yarısı pre-kapitalist bir döneme denk düşer. Bu dönemde kolonilerde Avrupa’dan göçle gelen yerleşimciler sayıca fazladır; çeşitli plantasyonlar kurulmaya başlandığı gibi, madencilik faaliyetlerine de adım atılır. Dönemin belirleyici özelliğini, sömürgelerin kurulduğu yerlerde yerlilerden gasp edilen altın ve gümüş gibi değerli madenlerin Avrupa’ya taşınması oluşturur.
17. yüzyılla beraber Avrupa’da yaşanan kimi ekonomik krizler, sömürgecilik biçiminde de birtakım değişikliklere yol açtı. Değerli madenlerin Avrupa’ya akması, genellikle lüks madde ithalatına harcanmalarıyla Avrupa’da yüksek bir enflasyon yaşanmasına neden oldu. Yükselen enflasyon, kira ve kredilerle geçinen toprak sahibi lordların ekonomik anlamda çökmesine, Kuzey Avrupalı tüccarlarınsa yeni yeni oluşmaya başlayan piyasadaki çıkarlarının artmasına yol açtı. Böylece, ileride emperyalizm için çok faydalı işler yapacak olan Hollanda ve İngiliz Doğu Hindistan şirketleri için parlak günler başlamış oldu.
17. yüzyılın Avrupa’da uzun süreli bir ekonomik kriz çağı olması, iktisadi alanda yeni bir ideolojinin gelişmesine neden oldu: Merkantalizm. Merkantalizm sömürgecilik açısından bir sıçramaya denk düşüyordu. Devletler iktisadi olarak güçlenmek ve kendilerini korumak amacıyla daha fazla hammadde kaynağı arayışına yöneldiler ve çözülen İber yarımadası imparatorluklarının elinde olan Güney Amerika kolonilerine gözlerini diktiler. Bu dönemin dönüm noktalarından birini, şeker kamışı üretiminin Avrupa pazarında fazlasıyla karşılık bulması sonucu yayılması ve Afrika’nın köle ticareti yoluyla sömürge sistemine katılması oluşturur.
Yüzyıllarca süren ve sömürgeciliğin bel kemiğini oluşturan köle ticaretinin 19. yüzyılın ortalarında sona ermesi, bir anlamda sömürgeciliğin de tarihinde yeni bir döneme girdiğinin bir göstergesidir. Köle ticaretinin sona ermesinde aydınlanma ile eşitlik fikrinin gelişmesi ve yayılması kadar Adam Smith gibi yaratıcı yazarların bu uygulamanın serbest pazar ilkesine uymaması ve bu açıdan ücretli emek gücü kavramıyla kan uyuşmazlığının olmasıdır. Adam Smith’e göre, ücretli işçiler kölelerden daha sıkı çalışmaktadırlar. Ancak, köleliğin kaldırılmasında Fransız Devrimi’nin etkisi daha önemlidir. Bu fikirlerin etkisiyle, 18. yüzyılın sonunda Haiti’de ayaklanan köleler Fransız sömürge efendilerini ülkeden kovmuşlardır. Ancak, köle ticaretinin pratikteki karşılığının kaybolması, ancak merkantilist iktisadın miladını doldurması ve yerini serbest ticaret ilkesine bırakmasıyla ortaya çıkmıştır. 19. yüzyılın başında, kapitalizme geçişte öncü ülke İngiltere, köle ticaretini yasakladığı gibi diğer ülkelerin de yasaklamasını sağlamıştır. Yasakla beraber yasal olduğu günlerin yarı fiyatına satılmaya başlanan kölelerin sağladığı ucuz emek gücü, İngiltere’nin ticaretteki üstünlüğünü zedeliyordu. Bu uğurda İngiltere, köle ticaretini sürdüren ülkelere savaş ilan edebilecek kadar kapitalizmin kurallarını belirlemeye kararlıydı. Nitekim, yeni tür bir sömürgeciliğin kurallarını belirlemekte de gecikmedi.
İngiltere’nin yeni sömürgecilikteki öncü rolü, Britanya’da, Kıta Avrupa devletlerine göre çok daha erken dönemde yaşanan kapitalistleşme sürecine bağlanabilir. 1688 sürecinde devletin şahsi bir mal olması meselesine son veren İngiltere’de siyasetle ekonominin ayrışması ve siyasi yönetimin kişisel/özel bir yönetimden anonim bir yönetime geçişi, aynı ülkenin dış politika şeklini de belirledi. İngiltere, Kıta’nın eski tür saray evliliği politikaları, devamlılık savaşları, hanedanlık birleşmeleri mantığı üzerinden devinen ortaçağlı siyaset sahnesini terk edip, bu devletleri elde ettiği sömürgelerle dengelemeye, kıtadaki baskısını geri çekmeden uzaktan kontrol politikası gütmeye başladı. Bir anlamda, eski tür emperyal politikaların yerini daha dolaylı ve bir o kadar etkili emperyalist politikalar aldı.
Aslında 1870 sonrasını kapsayan bu döneme emperyalizm dönemi olarak ad koymak daha doğru olacaktır. Zira imparatorların sömürgeler yoluyla zenginleştikleri dönemler, yerini ulus-devletlerin emperyalist eğilimlerine bırakmıştır. Üstelik, emperyalist yayılmacılık, türlü sömürgeleştirme politikalarını aynı anda bağrında taşıyan ama temel motifinin finans sermayenin gelişmesi olduğu bir süreçtir. Emperyalist düzenin kullandığı sömürgeleştirme politikalarının bu dönemki ana özelliklerine odaklanmak, adına yeni sömürgecilik de denilen bu dönemi anlamayı kolaylaştıracaktır.
Yeni sömürgeciliğin belirgin özellikleri üzerine devam etmeden önce atlanmaması gereken bir noktayı, 19. yüzyıl’ın ortalarında, henüz insanlığı Birinci Dünya Savaşı’na sürükleyecek yeni vahşi yayılmacı politikalar tekrar işleme konulmadan önce, egemen sınıfların da destekler göründüğü anti-sömürgecilik rüzgârı oluşturuyor. 1815’te Fransa’nın Amerika kıtasında ve Doğu’da kaybettiği koloniler, 1822 yılında Portekiz’in Brezilya’yı yitirmesi, Kuzey Amerika’daki 13 koloninin İngiltere ile iplerini koparması gibi somut mücadelelerin sonucunda oluşan bu rüzgâra, 1852 yılında Disraeli’nin, haddinden fazla genişleyen sömürgelerin artık bir yük haline geldikleri sözleri damgasını vurur. Öngörülen, bütün kolonilerin yakında bağımsızlıklarına kavuşacağıdır. Hatta yeni sömürgeciliğin dizginlerinden boşanacağı yılların arifesi olan 1868 yılında, Bismarck, sömürgeciliğin ana yurda yaptığı varsayılan katkıların çoğunun hayali olduğunu söyler. Ancak, 19. yüzyılın bu güçlü kişiliğinin fikri, 4 yıl içinde hızla tersine dönecektir.
Sömürgeciliği niceliksel olarak betimlemek doğru olmayabilir. Hatta, içerdiği zulüm ve kıyımın hesabı ve karşılaştırması yapılamaz. Ancak, yeni sömürgeciliği yeni yapanlardan birisinin daha önce olmadığı kadar çok miktarda toprağa el konması olduğu söylenebilir. Ancak, bütün bu el koyma sürecinin arkasındaki meşruiyet kaynağı, artık “uygarlaştırıcı misyon” olmaktan başka bir yere kaymıştır: Rakip ülkeye üstünlük sağlamak ve sınıf savaşımının ulusu dağıtıcı etkisini bertaraf edecek bir vatanseverlik duygusunun gelişmesi. Bunlar, 19. yüzyılın liberal dünüşürlerinden Alexis de Tocqueville’in önermeleridir. Dahası Tocqueville, yerli halkların boyun eğmesinin sağlanmasıyla uğraşılması yerine, birçok yerleşmecinin sömürgelere taşınması fikrini öne sürer.
Yeni sömürgecilik, Avrupa’daki reel politikanın denizaşırı yerlerde yansımalarını bulması anlamında ulusal hükümetler için önemli bir mücadele alanıdır. Ancak, en az bu siyasi mücadele kadar önemlisi klasik sömürgecilik döneminin hammadde ve artık nüfus tahliyesi, vb özelliklerinden ziyade, yeni pazar arayışıdır. Bu açıdan, klasik sömürgecilik döneminde, feodal bir üretim tarzının egemen kılındığı sömürgelerin yerini yeni sömürgecilik döneminde piyasa ekonomisinin kuralarına göre şekillendirilen görece bakir topraklar almıştır: Afrika ve Asya. Değerli madenlerin ve toprakların mülkiyet hakkının yalnızca İngiliz vatandaşlarına verilmesi için özel bir idari sistem kurulan Afrika’da, emek süreçleri konusunda da sömürgeci güçler son derece yaratıcıydılar. Bileşik sistemi kurdular. Buna göre, madenlerde çalışan siyah işçiler aynı zamanda buralarda yaşamaya ve dışarı çıkmamaya mecbur ediliyorlardı.
Afrika ve Asya’daki geniş alanlar Avrupa’daki sermaye fazlasını yatırmak için verimli topraklardı. Sermayenin güvenliğini sağlamak için ulusal hükümetler bu topraklarda siyasi anlamda da hüküm sürme isteğini gösteriyorlardı. Avrupa’da burunları savaş kokusu alan hükümetler çılgınca yeni askeri liman ve üs arayışına girmişlerdi.
Bu yükselen tansiyon sonrasında eski sömürgeci ülkelerle yeniler arasında Afrika’nın talanı esnasında sürtüşmeler doğdu. 1884-5 Berlin Konferansı’nda Avrupalı güçler masaya oturmaya karar verdi. Bu açıdan, Berlin Konferansı gelecekteki ittifakların bir ön provası sayılabilir. Bu anlaşma, Yeni Sömürgeciliğin kurumsallaştığının da ifadesi olmuştur. Aynı zamanda, Avrupa’daki çekişmelerin Afrika’daki paylaşımda gerginliklere yol açmaması için bir önlem olarak alınmıştır.
Bu süreçte siyasi egemenlik nosyonunun “norm dışılaştırıldığını”, hukukun söylem düzeyinde barındırıyor olsa da “evrensellik” iddialarından vazgeçtiğini, “batılılaşma” denilen olgunun hızla tarih sahnesine ama ilk ve en önce “emperyalist dürtülerden” ayrışık olmadan girdiğini görüyoruz. Bu dönemde, Çin İmparatorluğu’nun topraklarında imtiyazlı yabancı tüccarlar hukuki dokunulmazlıklarıyla cirit atarken, Japonya hızlı bir “batılılaşma” hamlesiyle vakit kaybetmeden kendini sömürgeci yayılmacılığa angaje ediyordu.
Bu esnada, sömürgecilik karşıtı her türlü bağımsızlık hareketi Avrupalı sömürgeci güçler arasındaki gerilimleri erteliyor ve bağları bir süreliğine de olsa kuvvetlendiriyordu. Berlin Konferansı’nın ardından sömürgeci ülkeler için diğer bir bağlanma noktasını Çin’deki Boxer Ayaklanması oluşturdu. Bu bağımsızlıkçı hareket aynı zamanda Çin’deki yerleşik Mançu Hanedanlığı’nı da tehdit ediyordu. Tüm bu ve benzeri anti-sömürgeci ve anti-emperyalist mücadeleler, arkalarına 20. yüzyılda solun teorik alanda da uğraşı haline gelecek olan ulusal bağımsızlık, işbirlikçilik gibi kavramları bırakacaklardır.
Sömürgeciliğin dünya-tarihsel bir ölçekte anormalleşmesini sağlayan 1917 Ekim Devrimidir. Ancak bu sürecin sosyalist mücadele açısından kimi zaman oldukça ters etkili sonuçları olmuştur. Dünyada ve Türkiye’de birçok sol akımda anti-sömürgecilik, anti-emperyalizm, ulusal bağımsızlık vb. unsurların baskınlığına karşın, anti-kapitalizm çok çekinik hatta esamesi okunmayan bir unsur haline gelmiştir. Bu, Dünya’ya daha çok yoksul ülke ve bölgelerin geri kalmışlığının zengin ülkelerdeki kapitalist gelişmenin bir ürünü olduğunu ileri süren Bağımlılık Okulu teorisyenlerinin armağanı olurken, Türkiye’de de Demokratik Devrim tezinin zemininde kendine yer bulmuştur.
Bağımlılık Okulu tezlerinde olduğu gibi, Demokratik Devrimci tezler de toplumsal dönüşümün öznesi olarak işçi sınıfını görmez. Hatta sınıf analizinin sömürge geçmişi olan feodal toplumlarda geçerli olmadığı düşünülür. Bu yaklaşımlara göre, ülkelerin geri kalmışlıklarının nedeni gelişmiş ülkelere olan bağımlılıklarında ve hâlâ feodal geçmişlerinden kapitalizme tam anlamıyla bir geçiş yapamadıklarında yatar. Bu nedenle de mücadelenin iki ana hattı vardır: Burjuva demokratik devrimlerini tamamlamak ve bağımlılık halinden kurtulmak. Oysa ki, sömürge geçmişi olan ülkelerde feodal üretim tarzının hüküm sürdüğünü söylemek birçok açıdan eksikli ve hatta tarihsel olarak yanlıştır. Yeni sömürgecilik döneminde, sömürgelerde burjuvazi ve işçi sınıfı yeterince gelişmemiş olsa da, kapitalist pazarın işleyiş ilkeleri yerleştirilmeye başlanmıştır. Marx’ın sömürgeciliğin toplumları ilerletici faydası olduğu yönündeki iddiasını da aslında Komünist Manifesto’daki vurgular olmadan okumak anlamlı değildir: Kapitalizmin yayılma ve derinleşme eğilimi. Buna göre, kapitalist yayılmacılık gittiği yerlerde de kapitalist ilişkileri kurar ve kapitalist sömürüyü derinleştirir. Ancak, sömürge ülkelerde kapitalistleşme, sınıfsal dinamiği Marx ve Engels tarafından düşünüldüğü anlamda işçi sınıfı lehine beslememiştir.
Marx ve Engels, sömürge sorununa ahlaki açıdan onanacak bir yerden bakmıyor olabilirler; ancak, modernleşmeci okulların yola çıktığı yerden de yola çıkmamaktadırlar. Bu okullarda, sömürgecilik toplumsal modernleşme ve refah yolunda önemli bir adımken, Marx ve Engels’te dünya devriminin önündeki engelleri kaldırmaya kapitalist sömürgeci devletlerin sunduğu bilinçsiz bir katkıdır. Sömürgeci ülkeler, sömürgelerde toplumsal durumu maddi olarak daha iyi bir hale koymazlar, yalnızca üretici güçlerin gelişmesinin önkoşullarını oluşturabilirler. Bu açıdan, Marx ve Engels’te sömürgecilik, ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkına sahip oldukları gibi evrensel bir ilke ve demokratizm üzerinden değerlendirilmemiş, onun yerine işçi sınıfının yakın geleceğine dair beklentiler temel ölçüt olarak alınmıştır.
Marx ve Engels’in İngiliz Sömürgeciliği özelindeki ve Asya Tipi Üretim Tarzı tartışmalarının dışında, sömürgecilikle feodalizm ve kapitalizme geçiş tartışmalarının iç içe geçmesinin bir nedeni de Batı Avrupa’nın kapitalistleşme yolunda çok ilerlediği bir dönemde, 18. yüzyılın sonlarına doğru, Doğu Avrupa’da bu gelişmeye bağlı bir biçimde ikinci servaj döneminin başlamasıdır. Buna göre, Batı’daki kapitalist gelişmenin koşullarını yaratan biraz da Doğu’daki ikinci servaj dönemidir. Osmanlı Devleti’nin de son dönemi bir anlamda bu ikinci servaj döneminin parçası olarak görülmüştür ve Osmanlı’nın yarı sömürgeleşmesi tartışmaları da bu resmin üzerine oturtulmuştur. Elbette, bu yarı-sömürgeleşme saptamasının altında yatan Osmanlı dış borçlanmaları ve ticaret anlaşmaları da tabloya eklenmelidir.
Bu açıdan, burjuva devrimlerinin tamamlanması ile kapitalizme geçiş arasında doğrudan bir bağ kurulmasının yanında, bu ülkelerin toplumsal gelişmemişliklerinin nedenini, tamamlanamayan burjuva devrimlerinde aramak, sosyalist mücadelenin de içeriğini anti-kapitalizmden koparıp sadece sömürgecilik karşıtı, anti-emperyalist bir hatta yerleştirmek olmuştur. Yukarıda da değindiğimiz gibi, Türkiye’de bu tartışmanın kaynağında Osmanlı’nın son döneminden itibaren yarı-sömürge bir devlet olduğu fikri yatmaktadır.
Bu genel kanı, Türkiye solunun tarihini uzun yıllar belirlemiştir. Solun teorik aklının zeminini belirleyen yarı-sömürgecilik tartışmalarının sonucu, “milli” olanın gelişmesi idealidir. Bağımlılık tartışmalarının genelinin işaret ettiği emperyalist merkezlerle işbirliği yapan komprador burjuvaziye karşı millici bir burjuvazi şarttır. Bu açıdan da Demokratik Devrimcilik tezlerinde, Türkiye’de toplumsal gelişimin tamamlanması ve Türkiye’nin yarı-sömürge olmaktan kurtulması için milli burjuvazi doğal müttefik olarak görülmüştür. Bu görüşe göre, ülkede henüz burjuva demokratik devrim tamamlanmadığından ve zayıf bir burjuvazi olmasından ötürü “sömürge tipi faşizm” görülmektedir. Batı tipi burjuva demokrasisi henüz ülkede yerini alamamıştır. Sonuç olarak, devrimci demokrasinin yarı-sömürgeci ülkelerdeki ve Türkiye özgüllüğündeki saptamalarının olumlu anti-emperyalist işlevleri ile birlikte, bilimsel sosyalizm ve geleneksel solla kan uyuşmazlıkları olmuştur.