D
Darwin, Charles (1809-1882). – Büyük İngiliz bilgini, evrimciliğin kurucusu. Evrim fikri Darwin’den önce Lamarck tarafından da savunulmuştu, ama Darwin, Türlerin Kökeni(1859) adlı kitabında emrimci kavramlara sağam bir teorik temel veren ilk bilgin oldu. Darwin, türlerin evrimini, yaşam savaşımının kendiliğinden sürüklediği doğal seçme ile açıklar.
Değer - Kişinin, isteyen, ihtiyaç duyan bir varlık olarak nesne ile bağlantısında beliren şey. İnsanların ihtiyaç ve istemeleri farklı olduğundan sayısız değer türleri vardır.
Değişken [Sosyal Bilimlerde Araştırma Yöntemleri] – Değişebilen, yani en az iki değer alabilen her şey.
Deizm – Vahiy ya da bir kilise öğretisi aracılığıyla edinilmiş her türlü dinsel bilgiye karşı çıkan buna karşılık belirli bir dinsel bilgi bütününü herkesin doğuştan taşıdığını ya da us yoluyla elde edebileceğini savunan görüşe denir. Deizm, tanrılık gücünün sadece yaratma işlemiyle sınırlandığını ve bir kez yaratıldıktan sonra dünyanın hiçbir işine karışmadığını eş deyişle dünyayı yönetmediğini belirtir.
Deizmin dayandığı “doğal” din kavramı başlıca iç kaynaktan beslenir. İnsan usuna duyulan inanç, dogmacılığa ve hoşgörüsüzlüğe yönelen vahiy öğretisinin, reddedilmesi ve tanrının düzenli bir dünyanın ussal mimarı biçiminde kavranması… Deizmciler Hıristiyanlıkta ve dünya dinlerinde görülen ibadet, inanç ve öğreti farklılıklarının temelinde evrensel olarak benimsenmiş din ve ahlak ilkelerinin, ussal bir özün bulunduğunu öne sürerler.
Deizimcilere göre kendi başına doğal din, her türlü kuşku ve yozlaşmadan uzaktır. Bu yüzden us yoluyla doğrulanmış yalın ahlakı, doğrular dışında Hıristiyanlığın sonradan eklediği tüm öğelere karşı çıkarlar.
Dekartçılık (Cartezyanizm) - Descartes’in felsefesi. Descartes, düşünsel felsefenin büyük çapta aşamacılarından biridir. Antikçağ Yunan, şüpheciliğinden yüzyıllarca sonra şüpheciliği temel bir yöntem olarak kullanmış ve bunu analitik geometri adı verilen matematiksel bir kesinlikle uygulamaya çalışarak yepyeni doğrulara varmayı denemiştir. Temel yöntem, şöyle özetlenebilir: önce bir ilke olarak, edinilmiş bütün bilgilerinden şüphe etmeliyim ve onları bir yana bırakarak ilk ve sağlam yeni bir düşünceden yola çıkmalıyım. İnsanların bütün düşünceleri birbirine bağlıdır, birbirinden çıkar. Bir düşünmeyi doğuran ondan önce gerçekleşmiş başka bir düşüncedir. Düşünceler bir neden sonuç zinciri içerisinde sürüp gider(mekanizm) öyleyse sırayı titizlikle kovalarsam doğru olmayan bir düşünceyi doğru sanmaktan sakınarak düşünce zincirinin arasına yanlış bir düşünce karıştırmazsam doğru olana ulaşabilirim. Bu durumda benim için kesin olan tek şey şüphe etmektir. Bütün bilgilerden şüphe etmek, düşünmektir. Düşünmekse var olmaktır. Öyleyse, var olduğumda şüphesizdir. Düşünüyorum öyleyse varım. Şüphe edemeyeceğim ilk ve sağlam bilgim budur. Şimdi, neden sonuç zincirini titizlikle kovalayarak, bütün öteki bilgileri bu temelden çıkarabilirim.
Descartes’in başlıca öğretileri şunlardır;
1)Gerçeklik, özü düşünme, olan zihin ile özü üç boyutlu uzam olan madde biçiminde ikiye ayırabilir.
2)Tanrı, zihin ve madde kavramları doğuştan gelir ve deneyimden kaynaklanmaz.
3)Felsefede doğruya erişmenin yanılmaz yöntemi, şüphe edilemez, açık ve seçik bir önerme ya da kavramlara ulaşıncaya değin her şeyden şüphe etmektir.
Descartesci düşünürlerin çoğu Descartes’in “ Düşünüyorum, öyleyse varım” deyişinde anlatımını bulan, düşünen öznenin düşündüğünden, dolayısıyla var olduğundan şüphe edemeyeceği yöntemindeki önermenin, ilk ve açık seçik doğru olduğu görüşünde birleşir. Gene Descartescilerin büyük bir bölümü, bu ilk doğru temelinde yalnızca usa dayalı bir felsefede ve bilim sisteminin kurulabileceği görüşündedir. Buna bağlı olarak Dekartçılık bütünüyle usa bir metafizik geliştirilebileceğini savunur.
Demiourgos - Düzenleyici Tanrı... Antik Yunan düşünürü Platon’a göre ‘iyi’ ideası düzenleyici bir Tanrı’dır. Yaratmış değil biçim vermiştir. Antikçağ Yunanlılarında yaratma düşüncesi yoktur; bir sanatçı, bir mimar gibi yapma, düzenleme, biçimlendirme çabası vardır. Bu anlayışa göre dünya yoktan var edilmemiş, idealar gibi ilksiz ve sonsuz olan biçimsiz özdekten düzenlenip biçimlendirilerek meydana getirilmiştir. Platon’a göre bu biçimlendirmede örneklik eden idealardır, evrendeki bütün varlıklar bu ideal ilk örneklerine uygun olarak özdeği biçimlendirme yoluyla yapılmışlardır. Bu terim Platon’ca evren ruhu, agnostiklerce ikinci Tanrı ve Hegel’ce düşünce süreci anlamında kullanılmıştır.
Denek [Sosyal Bilimlerde Araştırma Yöntemleri] – Örnekleme seçilen ögelerin her biri.
Denence [Sosyal Bilimlerde Araştırma Yöntemleri] – Gözlemlenen olaylar ya da olay kümeleri arasında henüz kesinlikle kanıtlanmış olmayan, ancak kanıtlanması olası görülen ilişkileri anlatan bir önerme.
Deneycilik (Alm. Empirismus, Fr. Empirisme, İng. Empiricism) - Bilgimizin biricik kaynağının deney olduğunu savunan bilgi öğretisi. Bu öğretiye göre, bütün bilgilerimiz deneyden gelir; anlıkta deneyden gelmeyen hiç bir şey yoktur. Yeniçağ felsefesinde deneyci bilgi öğretisinin (Empirizm’in) kurucusu Locke'dur. Başlıca temsilcileri F. Bacon, D. Hume, J. 5. Mill. (bkz Usçuluk.)
Deney grubu [Sosyal Bilimlerde Araştırma Yöntemleri] – Deneysel uyarıcının uygulandığı bir grup denek.
Descartes, René (1596-1650). – Ünlü Fransız filizofu. Avrupa’da sayısız yolculuklar yaptıktan sonra küçük bir Hollanda kasabasına çekildi, ve orada, göreli bir yalnızlık içinde kendini incelemelerine ve felsefe çalışmalarına verdi. 1637 yılında Aklını İyi Kullanmak ve Gerçeği Bilimlerde Aramak için yöntem Üzerine Söylev’i; 1641’de Metafizik Düşünceler’i; 1644’te Felsefenin İlkeleri’ni ve 1649’daaa Ruhun Tutkuları Üzerine İnceleme’yi yazdı. Ona göre, dünya bütünüyle bir fkirler dünyasıdır, bu dünyada her şey evrensel ve zorunlu yasalara göre düzenlenir ve zincirleme birbirine bağlanır. Akıl bizim bilgilerimizin biricik hakemi olarak ilan edilmiştir.
Determinizm - Ahlaki seçimler dâhil bütün olayları, özgür iradeyi ve insanın başka türlü davranabilmesi olanağını dışlayan, önceden varolan nedenlerce belirlendiğini savunan kuram. Bu kurama göre evrenin tümüyle ussal bir yapısı vardır; belirli bir durumun eksiksiz bilgisine sahip olmak, o durumun, geleceğine ilişkin yanılmaz bilgiyi de olanaklı kılar. Laplace’e göre, evrenin bugünkü durumu, önceki durumunun sonucu, sonraki durumunun ise nedenidir. Bir zihin, belirli bir anda doğada işleyen bütün güçleri ve doğanın bütün bileşenlerinin karşılıklı konumunu bilebilse, küçük ya da büyük her birimin hem geleceğini, hem geçmişini kesin olarak bilebilir.
Determinizm yandaşlarına göre, kuramları, ahlaki sorumluluğun kabulüne aykırı değildir. Örneğin belirli bir davranışın kötü sonuçları önceden görülebilir; bu da insana ahlaki sorumluluk yükler ve insan eylemlerini etkileyebilecek engelleyici bir dış neden oluşturur.
Deutsch-Französische Jahrbücher - Karl Marx ve Arnold Ruge'un Paris'te çıkardıkları Almanca bir dergi. Yalnızca (Şubat 1844'te) bir sayısı yayınlanmıştır. Bu sayıda Karl Marx'ın iki makalesi —"Yahudi Sorunu Üzerine" ve "Hegelci Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı. Giriş"— ve Friedrich Engels'in de gene iki makalesi —"Bir Ekonomi Politik Eleştirisi Denemesi" ve "İngiltere'nin Durumu 'Dün ve Bugün', Thomas Carlyle, Londra 1842"— yer alıyordu. Bu yapıtlar Marx ve Engels'in materyalizme ve komünizme nihai geçişlerini belgelemektedir. Derginin yayınlanması esas olarak Marx ile bir burjuva radikali olan Ruge'un arasındaki görüş farklılıkları yüzünden kesilmiştir.
Devlet (Alm. Staat; Fr. État; İng. State) – Marksizm’in en temel ve tartışmalı kavramlarından biri devlettir. Marksizm’in devlet kavramsallaştırması liberalizmin iki temel eleştirisi üzerinde şekillenmiştir. Bunlardan ilki, tarafsız devlet teorisi iken, öbürü devlet ile toplum, siyasal ile iktisadi alan ikiliklerine dayanan liberal toplumsal modeldir.
Karl Marx, henüz 25 yaşındayken kaleme aldığı Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi (1843) çalışmasında Georg Wilhelm Friedrich Hegel’in devleti evrensel çıkarların savunucusu ve kamu yararının kurucusu olarak kavramsallaştırmasına karşı çıkarak, devletin doğasının evrensel olarak değil, söz konusu dönem için mülkiyetin tikel çıkarları etrafında anlaşılabileceğini ileri sürer. Tarihsel materyalist bakış açısı geliştikçe Marx ve Engels’in çalışmalarında devletin sınıfsal kökenine ilişkin vurgular artmıştır. Bununla birlikte, özellikle Marx’ın siyasal ve iktisadi alanların birbirinden kopuk biçimde değerlendirilmesine dayanan liberal görüşlere dönük eleştirileri de Marksizmin bu kurumu kavramsallaştırması ve tarihselleştirmesinde etkili olmuştur. 1844 yılında kaleme aldığı Yahudi Sorunu Üzerine başlıklı kısa çalışmasında Marx, politik alan/devlet ile burjuva iktisadi alan arasında kategorik bir ayrım gözeten liberal görüşleri sert biçimde eleştirmiş ve siyasal olan ile iktisadi üretim sürecinin (burjuva/sivil toplum) birbirinden ayrılamayacağını savunmuştur. Bu konudaki vurgular, Alman İdeolojisi’nde (1845) sistematik hale gelmiştir. Alman İdeolojisi’nde devlet, “içerisinde yönetici sınıfın üyelerinin kendi ortak çıkarlarını dayattıkları ve bir çağa has tüm sivil toplumun simgelenmiş olduğu bir form” olarak tanımlanır. Aynı eserde, Marx ve Engels, devleti, burjuvaların karşılıklı mülkiyet ve çıkarlarının temini için hem içeride hem de dışarıda zorunlu olarak kullandıkları bir örgütlenme biçimi olarak tanımlamakla onun sınıfsal içeriğinin altını kalın biçimde çizmişlerdir. Devletin egemen sınıfın çıkarlarını savunmak ve genişletmek amacıyla yine bu sınıf tarafından kullanılan bir kurum olduğu vurgusu belki de en net biçimde Komünist Parti Manifestosu’nda (1848) formüle edilmiştir. Bu ünlü tarife göre “ modern devlet iktidarı (Staatsgewalt) bütün burjuva sınıfının ortak işlerini yöneten bir kuruldan başka bir şey değildir”. Bu tanımlardan yola çıkarak söyleyecek olursak, devlet sınıfsal bir hegemonyanın kurumsal halidir.
1850’lere gelindiğinde Marx, devlet sorununun özel yansımalarına eğilmeye başlamıştır. 1848-1851 yılları arasında tarihsel bir perspektiften kaleme alınmış Fransa’yla ilgili güncel analizler devletin egemen sınıf ile olan ilişkisinin karmaşıklığını göstermiş, devlet iktidarının kimi zaman egemen sınıfın belli bir fraksiyonu elinde toplanırken, kimi zaman da egemen sınıftan tümüyle özerk bir görüntü çizebildiğini göstermiştir. Marx, Die Revolution ve Neue Rheinische Zeitung’da basılmış olan makalelerinde (Fransa’da Sınıf Mücadeleleri 1848-1850 [1850] ve Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i [1852]) yaptığı Fransız Devleti’nin doğası, askeri diktatörlük, İkinci Cumhuriyet ve İkinci İmparatorluk değerlendirmeleri ile Bonapartizm ve proletarya diktatörlüğü kavramlarına ulaşmıştır.
Marx, Napoleon Bonaparte ile Louis Bonaparte yönetimlerini karşılaştırırken kullanmış olduğu Bonapartizm kavramı ile sınıfsal güç dengeleri sonucunda devletin dönemsel olarak sivil toplumdan tam anlamıyla özerkleşmesini anlatmaktadır. Bu dönemde burjuvazi egemen sınıf olmaya devam etse de devlet, egemen sınıfın doğrudan bir aracı olmaktan çıkmış durumdadır. Louis Bonaparte, işçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki yenişemezlik halinden faydalanarak muhafazakâr köylülük, sivil ve askeri bürokrasi ve Kilise’nin desteği ile imparatorluğu yeniden ilan edebilmiştir. Bonapartizm, Marx’ın yazılarında zaman zaman egemen sınıfın egemenliğinin maskelenmesi olarak kullanılmış olsa da Marx’ın esas vurgulamak istediği devletin burjuvaziden arizî biçimde özerkleşmesidir. Buna rağmen bu arizî devlet tipinin de bir sınıfsal aidiyeti vardır ve nötr değildir. Marx’ın sınıfsal analizine göre Bonapartizm, köylülükten aldığı destekle orta sınıfın gücünü kırarak kendi iktidarını oluşturmuştur. Fakat aynı zamanda Louis Bonaparte, kapitalist sınıfın temsilcilerinin bunu yapamadığı –yukarıda belirlediğimiz gibi yönetemediği ve işçi sınıfının da kendi hegemonyasını kuramadığı- bir dönemde sermayenin uzun vadeli (ve yalnız iktisadi olmayan) çıkarlarını savunmaktadır. Engels, daha sonra Ailenin, Devletin ve Özel Mülkiyetin Kökeni (1884) adlı çalışmasında Bonapartizm deyişini kullanmasa da bu yenişememe durumuna örnek olarak 17. ve 18. yüzyıllarda mutlakıyetçi devleti ortaya çıkaran aristokrasi ile burjuvazi arasındaki güç dengesini ve işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki denge üzerinde yükselen Bismarck Almanyası’nı göstermektedir. Lev Trotskiy’in Stalin dönemine ilişkin eleştirilerini dayandırdığı kavramlardan biri de Bonapartizm olmuştur. Burada ayrıntılarıyla ele alamayacağımız bu eleştiriler konusunda söyleyebileceğimiz şu olabilir: Sadece kuramsal bütünlük açısından bakılacak olsa dahi söz konusu eleştirilerde kavramın kuramsal ve tarihsel içeriği fazlaca zorlanmıştır.
Proletarya diktatörlüğü kavramı, ilk kez Marx tarafından Fransa’da Sınıf Mücadeleleri 1848-1850 başlığıyla kitaplaştırılmış olan makalelerinde kullanılmıştır ve Marksizm’in merkezi önemdeki kavramlarından biri haline gelmiştir. O kadar ki, Marx, sınıflar mücadelesinin değil ancak sınıflar mücadelesinin sonucunda işçi sınıfının zaferinin proletarya diktatörlüğü biçiminde somutlanacağı yönündeki öngörüsünün kendi özgün buluşu olduğunu söyler. Marx’ın kullandığı anlamıyla her sınıf iktidarı diğer Antagonistik sınıf üzerindeki bir diktatörlüktür. Bu bağlamıyla proletarya diktatörlüğü, işçi sınıfının esas olarak kapitalist sınıf üzerindeki devrimci iktidarıdır. Proletarya diktatörlüğünün öteki devlet biçimlerinden farkı ise onun geçici karakterinde yatmaktadır. Bu geçiş devletinin amacı da kendisinin var olmasını gerektiren sınıfsal zemini ortadan kaldırmaktır. Proletarya diktatörlüğü, başka bir açıdan ifade edilirse, sosyalist iktidarın kurulması ve yerleşmesi ile sosyalist iktidar pratiğinin hayata geçtiği süreçlerinin tamamıdır. Bu anlamıyla proletarya diktatörlüğü ile Marks’ta yerleşiklik kazanmış bir kavram olarak bulunmayan sosyalizm, Marksist-Leninist öğretinin gelmiş olduğu noktada bir ve aynı şeydir.
Proletarya diktatörlüğünün nasıl somutlanacağını ve kesin olarak neden gerektiğini ise Marx’ın Paris Komünü incelemelerinde bulmak mümkündür. Marx, bu deyimi Komün deneyimi için kullanmamış olsa da Engels, Paris Komünü’nün yirminci yıldönümü için kaleme aldığı metinde, proletarya diktatörlüğünün nasıl olacağını merak edenlere Paris Komünü’ne bakmalarını salık vermektedir. Marx, belli oranlarda idealize edilmiş bir Komün deneyimi üzerinden yaptığı değerlendirmede “kapitalizmden çıkıp geldiği haliyle komünist toplum”un inşası için devletin ilk başta neden gerekli olduğunun altını çizer. Özellikle Fransa’da İç Savaş (1871) çalışmasında Marx, daha sonra Karl Kautsky ile sosyalist iktidarın yapısı üzerine polemiğe giren Vladimir İliç Lenin tarafından da sıkça alıntılanan bir dizi tespit yapmıştır. Bunların özü, proletaryanın öncelikli görevinin var olan devlet aygıtını parçalamak olduğudur. Parçalamaktan kasıt, tümüyle ortadan kaldırmak değil, Marx’ın deyişiyle, baskıcı nitelik taşıyan organlarının kesilip atılmasıdır. Bir başka biçimde söyleyecek olursak, proletaryanın iktidarı, devletin iktisadi ve yönetsel işlevlerinin devrimcileştirilmesidir. Engels’in belirttiği gibi, bunun nedeni, proletaryanın iktidarını kalıcılaştırmak için hazır bulduğu bu tek organizasyonu kendi acil çıkarları için kullanma ihtiyacıdır. Buna göre, Marx’ın idealize edilmiş komün yapılanması, genel seçimle belirlenen yerel komünlerden hiyerarşik biçimde “ulusal komün”e uzanan bir zincirdir. Ulusal komünün üzerindeki temel görev, merkezi hükümetin “az sayıda ancak önemli görevlerini” yerine getirmektir. Bürokrasinin ücretleri işçi sınıf ücretlerinin üzerinde olmayacaktır. Halk silahlandırılacak, mevcut ordu lağvedilecektir. Polis, yalnızca komüne karşı sorumlu hale getirilecektir. Kilise devletten ayrılacaktır. Eğitim parasız hale gelecektir. Hakimler genel oy ile seçilecektir. Bu sayılanları, Marx ve Engels’in Komünist Parti Manifestosu’nda sunduğu ve bazıları bu acil görevlerle örtüşen maddelerle beraber okuduğumuzda aslında sosyalist iktidarın evrensel programının iskeleti ortaya çıkmaktadır.
Marksizm’in kapitalizm sonrası devlet öngörülerine ilişkin son nokta, devletin ortadan kalkmasına ilişkindir. Marksist klasiklerde bu konu üzerine uzun analizlere rastlamak mümkün değildir. Bu spekülatif başlığa yakından bakıldığında Marx ve Engels arasında dahi konuya ilişkin belli farklılıkların olduğu görülmektedir. Türkçede genellikle sönümlenmek olarak kullanılan fiil (Almanca: absterben, -das Absterben des Staates-, İngilizce: to wither away, to die out, The withering away of the state) aslında Engels tarafından 1878 tarihli Bay Eugen Dühring’in Bilimde Yaptığı Devrim (Anti-Dühring) adlı çalışmada kullanılmıştır. Engels, açık bir biçimde devletin lağvedilmeyeceğini, kendiliğinden sönümleneceğini, öleceğini ifade eder. Engels, daha sonra Sosyalizm: Ütopik ve Bilimsel adıyla yeniden yayımlanan bu bölümde “er stirbt ab” (ölür) ifadesini yumuşatarak “er schläft ein” (uyur) haline getirmiştir. Oysa Marx, Fransa’da İç Savaş’ta ve ardından Bakunin’in Devlet ve Anarşi (1873) başlıklı çalışması hakkında almış olduğu notlarda (“Konspekt von Bakunins ‘Staatlichkeit und Anarchie’” 1874-5) devletin “siyasi işlevi ve zor aygıtı” ile “idari mekanizmaları” arasında bir ayrım gözetmiştir. Marx’a göre sınıfların ve buna bağlı olarak ikincil çelişkilerin ortadan kalkması ile birlikte devletin siyasal karakterine ve zor aygıtına gerek kalmayacaktır. Bakunin’e dair notlarında Marx, açık biçimde “kelimenin bugünkü siyasal anlamıyla devletin kalmayacağını” belirtmektedir. Devletin sönümlenmesi hakkında de en bilinen değerlendirmelerini Marx, Gotha Programı’nın Eleştirisi - Alman İşçi Partisi’nin Programı İçin Kenar Notları adlı çalışmasında yapmıştır. Fakat buradaki vurgular da çelişkilidir. Zira, bir noktada Marx, “komünist toplumdaki devlet”ten söz ederken, başka bir yerde programda geçen “demokratisch” sözcüğünün Almanca’daki diğer karşılığının “volksherrschaftlich” yani halk iktidarı olduğunu hatırlatır ve bunun yine bir biçimde iktidara işaret ettiğini söyleyerek bu kavramın kullanılmasının sakıncasına değinir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, Marx’ın kendi yazdıklarında bu konunun “kenar notları” ya da Konspekt olarak adlandırılan sistematize edilmemiş yazılarda gündeme gelmesidir.
Devlet ve devletin sönümlenmesi sorunu, Birinci ve İkinci Enternasyonal arasındaki yarılmadan sonra İkinci Enternasyonal ile Üçüncü Enternasyonal arasındaki yarılmada da yoğun biçimde ortaya çıkmıştır. Özellikle hemen Bolşevik Devrimi öncesinde yazılmış Devlet ve Devrim broşüründe Lenin, bu konuda Engels’in değerlendirmelerine dayanan özel bir altbölüm kaleme alma ihtiyacını duymuştur.
Marx’ın ele aldığı bir diğer devlet modeli ise Şarkî (ya da, Doğulu) devlettir. Bu devlet, doğu toplumlarında özel mülkiyet gelişmediğinden, bir sınıftan çok kişi ya da hanedanın egemenliğinin aracı olarak belirir. Marx’ın 1870’li yıllara denk gelen Asyatik üretim tarzı ya da şark despotizmi üzerine yazıları bu devletin doğasına ilişkin ön kabullerine dayanır. Bunların –her ne kadar Marx tarafından kaleme alınmış olsa da– Marx’ın tarihsel materyalizm anlayışı ile ne kadar uyumlu olduğu tartışılabilir. Bu devlet tiplerine ek olarak, Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’nde devleti üretim biçimleri ile ilişkilendirerek üç tip devlet tanımlamıştır: Köleci devlet, feodal devlet, kapitalist devlet. Açıktır ki, bu sınıflandırma devletin sınıflar mücadelesi ile olan ilişkisine ve dolayısıyla tarihselliğine gönderme yapmaktadır.
Marx, devlet üzerine tek başına bir çalışma yapmamıştır. Bunun bir anlamı, devletin bir tarihsel bütünlüğün parçası olarak görülmesidir. Gerçekten de Kapital’in 1857 tarihli ilk taslağı da buna işaret eder. Bu taslakta altı ciltten oluşması öngörülen Kapital’in dördüncü cildinin devlet üzerine olması planlanmıştır. Bu demektir ki, Marx’ın niyeti bir organizasyon olarak (kapitalist) devletin sermayenin oluşması, dolaşımı, birikimi ve yeniden üretimi sürecinde, yani kısaca kapitalizmin bütünlüklü analizi içinde tuttuğu yeri gösterebilmektir. Bu konudaki sessizlik, daha doğru bir anlatımla, değiniler ardından ilk deneme Rosa Luxemburg’un Sermaye Birikimi (1913) adlı çalışmasıdır.
Lenin’in devlete (hem kapitalist devlete hem de proletarya diktatörlüğüne) yaklaşımı ise Kautsky ile girmiş olduğu polemik içinde belirginlik kazanmış ve hatta şekillenmiştir. Kautsky’in proleterlerin kurtuluşunun kapitalist devlet mekanizmalarının azami ölçüde kullanılmasına bağlı olduğu, kapitalizmin tam olarak gelişmeden aşılamayacağı yönündeki reformist vurgularına Lenin karşı çıkmıştır. Lenin, hem Devlet ve Devrim’de (1917) hem de Proletarya Diktatörlüğü ve Dönek Kautsky’de (1918) Kautsky’in sınıf mücadelesinden bağımsız biçimde kurguladığı demokrasi ve devlet formülasyonlarını, “devletin sınıfsal bir baskı aygıtı olduğu” ve “proletarya diktatörlüğünün geçici karakteri” hakkındaki vurguları ile etkisizleştirmiştir. Her iki metnin arka planında yürüyen bir başka tartışma da Rusya’da Bolşeviklerin anarşistlere karşı verdiği mücadeledir. Devletin sönümleneceği, proletarya diktatörlüğünün özünde çoğunluğun iktidarı olduğu yönündeki vurgunun özellikle devrimin öngününde yazılan Devlet ve Devrim’de bu denli yoğun biçimde hissedilmesinin bir nedeninin de Rusya’da etkili olan anarşist harekete karşı verilen siyasal-ideolojik mücadele olduğu varsayılabilir. Bu bağlamda, Bolşeviklerin iktidar mücadelesi ve ardından “proletarya diktatörlüğünün Rusya’daki biçimi” olarak Sovyetler meşrulaştırılmaya çalışılırken, “bir sınıfın başka bir sınıfa karşı kullandığı zor aracı” biçiminde yapılan tanım, Lenin’de devletin asıl tanımı olarak sivrilmektedir.
Devletin bir sınıfın zor aracı olduğu, ilk bakışta, tek boyutlu bir tanıma işaret etmektedir. Devlet aynı zamanda bir sınıfın öteki sınıf(lar) üzerindeki egemenliğini meşrulaştıran aygıttır da. Rıza boyutu, İtalyan komünist Antonio Gramsci’nin Hapishane Defterleri’nin merkezi kavramı olan hegemonya incelenerek anlaşılabilir. Gramsci’ye göre, bir sınıf, egemenliğini yalnızca sahip olduğu zor örgütlenmesine başvurarak sürdür(e)mez. Egemen sınıf, kısa vadeli kolektif çıkarlarının ötesine geçebildiğinden, kurduğu ittifaklarla ideolojik ve siyasi olarak topluma liderlik ederek hegemonyasını kurar. Gramsci, bu ittifaklar bütününü tarihsel blok olarak adlandırır. Gramsci’ye göre tarihsel blok, belli bir toplumsal düzende, egemen sınıfın hegemonyasının yaratılıp, sürekli biçimde beslendiği kurumsal, ideolojik ve sınıfsal ilişkileri kapsar. Egemen sınıfın bu hegemonik konumunu koruması için kullandığı devletin zor aygıtı dışında kalan araçlar, Marksizm’in katı bir yapısalcı yorumunu sunan Louis Althusser tarafından ideolojik devlet aygıtları (İDA) olarak adlandırılmıştır. Egemen sınıfın devlet eliyle sendikalardan eğitim kurumlarına, dini yapılanmaya uzanan geniş bir düzlemde ideolojik önderliğini ve hegemonyasını nasıl oluşturup yeniden-ürettiğini anlamak için pedagojik olarak bu yaklaşım yararlıdır. Ancak rıza ve zor arasındaki diyalektik ilişkiyi kavramaktan uzak bir kavramsallaştırma olduğundan, İDA, hem egemen sınıfın nasıl yönettiği hem de devletin bu sınıfla ilişkisini kavramak hususunda problemler yaratabilmektedir. Zaten bu iki başlık, Batı Marksizmi’nin uzun süreli tartışmalarından birinin eksenini oluşturmuştur. Bu konular, egemen sınıfın devletle olan ilişkisine dair, başlıca katılımcıları Ralph Milliband, Nicos Poulantzas ve Ernesto Laclau olan kapitalist devlet tartışmalarını başlatmıştır. Bu tartışmanın ayrıntılarına bu madde altında değinemeyecek olsak da şunu söylemek gerekir: Devletin bir sınıfın zor aygıtı olduğu, egemen sınıf ile çeşitli dolayımlar sonucunda ilişkilendiği, zaman zaman ondan tümüyle özerkleştiği, bununla birlikte egemen sınıf ve mevcut üretim ilişkileri için meşruiyet üreten bir kurumsallık olduğu göz önüne alındığında rahatça söylenebilir ki, Marksizm’de “devlet kuramı” ile “ideoloji kuramı” bitişiktir.
Egemen sınıf ve devlet arasındaki ilişki yalnız kapitalizm koşullarında ortaya çıkan bir sorunsal değildir. Kuşkusuz, işçi sınıfının iktidarında da söz konusu sorunsal kendisini gösterecektir. Bu bağlamda Sovyet deneyimi proletarya diktatörlüğünün değişik biçimleri konusunda bilgilendiricidir. Sovyet deneyinden de gördüğümüz üzere kapitalist sınıf ve ilişkilerin fiziksel olarak bulunmadığı, ideolojik olarak da bu sınıfın etkisinin kırıldığı ortamda, proletarya diktatörlüğü bir zor aygıtı olmaktan çok, emeği ile geçinen çoğunluğun devleti haline gelir. Halkın çıkarlarına tabi kılınan sosyalist iktidarın bu aşaması “tüm halkın devleti” olarak adlandırılmıştır ve işçi sınıfının hegemonyasının kurumsallaşması anlamına gelmektedir. İşçi sınıfı ile devlet arasında kurulan ilişkiler, Sovyet deneyimine ilişkin olarak yapılan temel eleştirilerden birini oluşturmuştur. Trotskiy, Sovyetler Birliği’nde Stalin döneminde komünist partinin öncülük misyonunu yerine getiremeyecek oranda bürokratlaştığı saptamasından yola çıkarak Sovyetleri “yozlaşmış işçi devleti” biçiminde tanımlamıştır. Bu tanım, Marksist sınıf analizi açısından ciddi sorunlar içermektedir. Sorunun Trotskiy’nin tarif ettiği zeminde ele alınmasının güçlüğü kimi Troçkistler tarafından da kabul edilmiş ve bu sorunları giderebilmek Sovyetler Birliği bu kez bilimsel hiçbir dayanağı olmayan bir biçimde “devlet kapitalizmi” olarak tanımlanmıştır. Bu analizler, Sovyetler Birliği’ndeki sorunların özüne değinmekten uzaktır ve bu analizlerin Marksist yöntem ve kavramlarla olan ilişkileri de oldukça sorunludur.
Devletin Sönümlenmesi — (Alm. Das Absterben des Staates; Fr. L’extinction de l’Etat; İng.The withering away of the state) Toplumsal gelişmenin belirli bir aşamasında, baskı altında tutulacak bir toplumsal sınıf var olmadığında, sınıf egemenliğinden, üretim araçlarının özel mülkiyetinden ve üretimdeki anarşiden kaynaklanan hayat mücadelesi ve bundan doğan ihtilaflar giderildiğinde, özel bir baskı gücüne duyulan ihtiyacın ortadan kalkmasıyla birlikte yönetsel işlemlerin sınıfsal/siyasal niteliklerinin silinmesi; gereksizleşen devletin tedricen ve kendiliğinden kaybolması.
Genellikle düşünülenin aksine, devletin sönümlenmesi kavramı Marksist klasiklerde küçümsenmeyecek ölçüde ele alınmış ve tartışılmıştır. Engels devletin düşünülemeyecek bir zamandan beri var olmadığını, hiçbir devlet ve devlet gücü fikri bulunmayan, işlerini devletsiz gören toplumların yaşamış olduğunu belirttikten sonra devletin, toplumun sınıflara bölünmesine zorunlu olarak bağlı bulunan belirli bir iktisadi gelişme aşamasında, bu bölünme tarafından zorunluluk durumuna getirildiğini saptar. Kaçınılmaz bir biçimde ortaya çıkan sınıflar, yine kaçınılmaz bir biçimde ortadan kalkacak ve onlarla birlikte devlet de kaçınılmaz olarak yok olacaktır. İktisadi gelişme nasıl çıkrık ve tunç baltayı ancak antika eserler müzesinde anlamlı olabilecek bir gereklilik düzeyine ittiyse, üreticilerin özgür ve eşitçi birliği temelinde üretimin yeniden düzenlenmesiyle devlet makinesi de aynı şekilde bir kenara atılacaktır.
Marx da bunun “ancak ve ancak” komünist toplumun ileri bir aşamasında, bireylerin işbölümüne ve kafa emeğiyle kol emeği arasındaki çelişkiye kölece boyun eğişleri sona erdiği, emek yalnızca bir geçim aracı olmaktan çıkıp kendisi birincil yaşamsal gereksinim olduğu, bireyler çok yönlü gelişim sağladığı, üretici güçler arttığı ve bütün kolektif zenginlik kaynakları gürül gürül fışkırdığı zaman gerçekleşebileceğini açıklar. Hukuk iktisadi durumdan ve ona karşılık gelen uygarlık derecesinden daha ileri olamaz. Kapitalist toplumdan uzun ve sancılı bir doğum sonrasında hayata gelen ve kapitalist toplumun kusurlarını şu ya da bu ölçüde bağrında taşıyan komünist toplumun ilk aşamasında sınıflar da mevcuttur eşitsizlik de baskı da ve dolayısıyla devlet de. Devletsizlik, ancak ve ancak, komünist toplumun ileri bir aşamasında, “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” ilkesi hayata geçtiğinde, kendiliğinden doğacak bir sonuçtur. Doğal olarak gelişimin o aşamasında bir baskı aracına, toplumun belirli kesimlerine uygulanan örgütlü ve sistemli şiddete ve dolayısıyla devlete ihtiyaç yoktur. İnsanlar şiddet ve boyun eğme olmaksızın toplum halinde yaşamanın basit koşullarına uymaya alışmıştır; kamu görevleri siyasi/sınıfsal karakterini kaybeder, artık söz konusu olan basit yönetim görevleridir.
Marksistlerin devletin sönümlenmesi sorununa bakışlarını doğru anlamak için iki noktaya vurgu yapmak gerekir. Öncelikle, Marksizmde bir “devletin sönümlenmesi sorunu” yoktur. Devletin ortadan kalkması marksistler açısından bir hedef değil sonuçtur. Devletin yok olması bilinçli ve planlı bir operasyonun sonucunda gerçekleşemez; ancak belirli nesnel süreçlerin sonucu olarak izlenebilir. Devletin niteliği ve yapısı öznel müdahalelerle değiştirilebilirse de sönümlenme ve yok olma, öznesi olmayan, kendiliğinden ve uzun bir süreçtir.
İkincisi, sönümlenmesi beklenen devlet, burjuvazinin devleti değildir. Marksistlerin sınıfsal özünden bağımsız bir devlet karşıtlıklarının olmaması burjuva devletle barışık olma anlamına gelmez. Burjuva devletin sönümlenerek ortadan kalkması beklenemez. Burjuvazinin devleti kırılıp parçalanarak etkisiz hale getirilmeli, birçok kurumu ilga edilmeli, kimi kurumlarıysa burjuvaziyi yok etmede kullanılmak üzere yeniden şekillendirilmelidir.
Devletin sönümlenmesi başlığı ile ilgili önemli tartışmaların, üzerine vurgu yaptığımız bu iki noktaya ilişkin olduğu görülür. Tartışmalardan biri, Marksistlerle anarşistler arasındadır. Anarşistler 19. yüzyılın ortalarından itibaren Marksizmi devletin idaresini elegeçirmenin ötesinde bir perspektife sahip olmamakla eleştirmiş ve insanlığın kurtuluşunun devleti ortadan kaldırıvermekle mümkün olacağını savunmuşlardır.
Devlet ve devletin sönümlenmesi kavramlarının Marksistlerle anarşistler arasında tartışma konusu olması şaşırtıcı değildir. Bir kere öncelikle komünist ütopya ile anarşist ütopya arasından uzlaşmaz farklılıklar bulunur. Anarşist ütopya sınırsız bireysel özgürlüğü hedefler. Devlet, sınıfsal karakterinden bağımsız olarak, her türlü kötülüğün kaynağıdır. Devletin, merkeziyetçiliğin, her türlü otoritenin ortadan kaldırılması gerekir.
Marksistler açısından hedef sınırsız bireysel özgürlük değil, insanın çok yönlü gelişimidir. Bu çok yönlü gelişim ancak bir topluluk içerisinde mümkündür. Gerçek kişisel özgürlük, bu gelişimin sonuçlarından biridir ve dolayısıyla o da ancak bir topluluk içerisinde söz konusu olabilir. Devlet topluma dışarıdan zorla kabul ettirilmiş bir güç değildir. Toplumsal gelişmenin belirli bir aşamasının ürünüdür ve toplumun uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarına bölünmüşlüğü son bulduğunda gereksizleşerek yok olacaktır. Marksizm, devlet ve otorite gibi kavramların sınıfsal özünden bağımsız olarak anlaşılamayacağını savunur. Nitekim, Marksistler devlete sınıfsal özünden bağımsız olarak karşı değildirler. Sorun, devlet değil, toplumun sınıflara bölünmüşlüğüdür. Yok edilmesi gereken de budur.
Engels, anarşizmin son derece radikal ve yalın olup beş dakikada ezbere öğrenilebileceği için, özellikle Marksizmin sağlam kökler salamadığı ülkelerde ve topluluklarda popülerleştiğini söyler. Oysa, bu radikal maskenin altında devrimin sonsuza kadar ertelenmesi yatar. Bütün yönetim makinesinden, bütün devlet kurum ve kademelerinden bir anda vazgeçmeyi önermek gerçekte devrimi insanların değişecekleri güne ertelemekten başka bir anlam taşımaz. Oysa, devrime insanları değiştirmek için ihtiyaç duyulmaktadır ve devrim bugünkü insanlarla yapılmak durumundadır. İnsanların olgunlaşmalarını beklemenin hiç de radikal bir tutum olmadığı açıktır.
Devletin sönümlenmesiyle ilgili öteki önemli tartışma marksizm içi bir tartışmadır ve önce Alman sosyal demokratları ile Marx ve Engels arasında, sonrasındaysa yine Alman sosyal demokratlarıyla Rus komünistleri ve özellikle de Lenin arasında gerçekleşmiştir. Tartışmanın kökeninde Alman sosyal demokratlarının Marksist önermeleri Marksizme ve devrimciliğe uzak bir tarzda çarpıtmaları yatar.
Marksistlerin sınıfsal özünden bağımsız bir devlet karşıtlıklarının olmadığı ve devletin önünde sonunda sönümleneceği önermeleri, Alman sosyal demokrasisi tarafından sınıflar arası uzlaşmanın gerekçesi olarak sunulur. Marksistlerin amacı devleti yok etmek değilse ve devlet zaten sönümlenecekse, o halde sosyalizme barışçı yoldan geçmek de mümkün ve hatta doğru olan tercihtir. Yapılması gereken bu kez de işçilerin çoğunluk olmalarını beklemekten ibarettir. Çoğunluk olan işçiler iktidarı ele geçirecek ve sosyalizm için yapılması gereken de demokrasiyi işletmek olacaktır.
Oysa, Marksistler açısından devletin sönümlenecek olması, ne devrimi ne de devrimin içereceği şiddeti gereksizleştirir. Marx ve Engels, özellikle Paris komünü deneyimi sonrasında sürekli olarak, işçi sınıfının hazır bir devlet aygıtını ele geçirip onu kendi hesabına kullanmakla yetinemeyeceğini vurgulamışlardır. İşçi sınıfı, devleti burjuvaziye karşı özel bir şiddet örgütü olarak kullanacaktır ve bu yüzden de proleter devletin kurulma aşamasında, burjuvazinin daha önce kendisi için meydana getirmiş olduğu devlet makinesinin kırılıp parçalanması zorunludur. Burjuvazinin alaşağı edilmesini, dolayısıyla burjuva devletin yıkılmasını konu edinmeyen bir sınıflar mücadelesi söz konusu olamaz. Sönümlenme, sosyalist devrimden sonraki çağın konusudur. Kapitalizm koşullarında devletin sönümlenmesini beklemek, devrimin inkârıdır ve sınıf uzlaşmacılığının bir aracıdır.
Lenin sorunları doğru anlamak için bir Marksistin hiç bıkmadan aynı soruyu sorması gerektiğini belirtir: “Hangi sınıf için?”
“Devlet bir baskı aracı mıdır? Evet. Öyleyse devlet kötüdür.” türü bir akıl yürütme Marksistler açısından mantıksızdır. Devletin baskı aracı olduğunu saptayan Marksist, buradan bir sonuca varmadan önce sormalıdır: “Hangi sınıf için?”
Devlet, iktidardaki sınıfın öteki sınıflar üzerindeki baskı aracıdır. İktidarda burjuvazi varsa, güncel görev, devlet makinesinin kırılarak işlevsizleştirilmesi, kimi devlet kurumlarının lağvedilmesi, kimilerininse bambaşka bir içerikle yeniden şekillendirilmesidir. Bu başarılmışsa ve iktidarda proletarya varsa, güncel görev, burjuvazi üzerindeki baskıyı daha etkili kılacak ve daha hızlı sonuç verecek şekilde devletin tahkim edilmesidir.
Marx ve Engels’in devletin sönümlenmesiyle ilgili konulardaki değerlendirmelerinde kapitalist toplumdan komünist topluma öngörülemez uzunlukta bir geçiş döneminin zorunlu olmayacağını düşündükleri görülür. Bir yandan, işçi sınıfı tüm gelişmiş ülkelerde siyasi ağırlığını hızla artırmaktadır. Öte yandan, komünist toplumun birçok öncülü kapitalizm koşullarında oluşmaktadır. Genel eğitim, yaygın iletişim ve ulaşım ağı, büyük fabrikalar bu öncüllerden bazılarıdır. Dahası, kapitalizm idari devlet görevlerini basitleştirirken temel eğitim almış bireylerce rahatlıkla yürütülebilir hale getirmektedir. Kapitalizm koşullarında disiplin ve formasyon kazanan işçiler için bu basit idari görevlerin altından kalkmak kolay olacaktır.
Ancak, izleyen yakın dönemde geçiş döneminin öngörüldüğü gibi kısa olmayacağı açıkça ortaya çıkar. Komünist toplumun ileri aşamasına ve giderek devletsizliğe geçiş için iki zorunlu önkoşula dikkat etmek gerekir. Bir kez, gerekli sosyo-ekonomik ve ideolojik gelişkinlik dünya çapında eşanlı olarak sağlanmış olmalıdır. İkincisi, söz edilen biçimde devletten kurtulacak olan yeni kuşakların yeni ve özgür toplumsal koşullar içinde yetişmiş olmaları gerekir. Emperyalizm çağında bu koşulların sağlanmasının uzun bir zaman alacağı açıktır. Lenin gerek dönemi ve emperyalizmi doğru tahlil ederek, gerekse bu tahlilden çıkan sonuçları başka başlıklara ve özellikle de devlet tartışmalarına doğru yansıtarak ilgi ve vurguyu devletin sönümlenmesinden geçiş döneminin devletine, proletarya diktatörlüğüne kaydırmıştır.
Bugün de Türkiyeli Marksistler, kapitalizm koşullarında gündemde olan sorunun devletin ortadan kaldırılması değil, kapitalistlerin mülksüzleştirilmesi olduğunu savunur.
İşçi sınıfı iktidarı aldıktan sonra da cevap bulunması gereken soru, iktidarın ve devletin nasıl tasfiye edileceği değil, nasıl etkili ve üretken kılınacağı, sömürücü sınıf ve ideolojilerin varlık zeminlerinin en hızlı nasıl ortadan kaldırılacağı olacaktır.
Marksistlerin amacı ileriye doğru sürekli gidişi sağlama bağlamaktır. Marksistler komünizme geçişi hızlandıracak uygun toplumsal koşulları oluşturmak için mücadele ederler. Komünizme geçiş için öncüller oluştuktan, üretici güçlerde büyük bir gelişme mümkün hale geldikten sonra, komünizme geçişin ve devletin sönümlenmesinin ne zaman tam olarak gerçekleşeceğini söylemek gerekli değildir. Yapılması gereken ve yapılabilecek olan uygun zeminin yaratılmasıdır.
Diadokos'lar — Büyük İskenderin ölümünden sonra iktidar için birbirleriyle amansız bir savaşa tutuşan generalleri. Bu savaşım sırasında (MÖ 4. yüzyılın sonundan 3. yüzyılın başına dek sürmüştür), İskender'in İmparatorluğunun oturmamış askeri ve idari birliği birkaç bağımsız devlete bölündü.
Diyalektik -- Kavramlar arasındaki karşıtlık ilişkisinden yola çıkarak bunu doğruya varan süreçlerin açığa çıkarılmasında bir ilke olarak kullanan düşünme ve araştırma yolu.
Diyalektik düşüncenin başlangıcı, doğayı ve evreni oluşturduğu düşünülen ateş, hava, su, toprak gibi ilk öğelerin (arkhe) aralarındaki karşılıklı çatışma-dönüşme ilişkileri biçiminde, Sokrates öncesi fizikçilerde görülür. Daha sonra şeylerin karşıtlarından yola çıkarak var olmaları ve gene karşıtları içinde yok olmalarını ele alan Herakleitos, diyalektiği evrenin etkin bir ilkesi olarak düşünmenin öncüsü oldu. Aristoteles’e göre, bazı kabullerden yola çıkarak usavurma yoluyla bunları saçmaya indirgeyerek karşıtlarını kanıtlama tekniği anlamında diyalektiğin kurucusu Elealı Zenon’du.
Diyalektiği bir yöntem olarak ilk kullanan ise Sokrates’tir. Sokrates için diyalektik, karşılıklı, karşılıklı soru-yanıt yoluyla kavramlara açıklık getirme yöntemidir. Karşı tarafın yanıtından yola çıkarak bunun gene onun düşünceleri açısından tutarsız ve çelişik olduğunu göstermek, yöntemin ilk aşamasıdır. Bundan sonra karşılıklı soru- yanıtlarla, tartışma konusu kavram çeşitli açılardan ele alınır, açımlanır.
Sokrates’in açıklama yöntemini belirli bir varlık görüşüne bağlayan Platon, diyalektiği bilgi görüşüne dayalı bir eğitim yöntemi olarak geliştirdi. Ona göre diyalektik, bir varlık sıralaması içinde en alt düzeyden gittikçe yükselerek sonunda idea’lara varmak için izlenen bir öğretme ve öğrenme sürecidir.
Yeniçağ felsefesinde diyalektik terimini ilk kullanan Kant’tır. Kant’a göre diyalektik yanılgını mantığıdır; kendi halindeki us, bazı usavurma işlemlerini mantıksal sınırlarına kadar götürüp sonunda kendisiyle çatışma içine düşer. Ortaya çıkan antinomileri (çatışkıları) gidermek içinse Kant’ın “transandantal diyalektik” adını verdiği yöntem uygulanır; iki karşıt sav arasındaki çatışma, hem tezin, hem de antitezin karşıtının olanaksızlığı kanıtlanarak giderilir. Böylece Kant için diyalektik, hem usun içine düştüğü doğal bir yanılgı biçimi, hem de bunu düzeltmek için kullanılacak bir eleştiri ve yanlış gösterme yöntemi haline gelir.
Diyalektik anlayışının temelinde yatan üçlü düşüncesini Kant’tan alan Hegel, buna bambaşka bir anlam yükledi. Hegel’e göre, gerçekleri oluşturan kavramların her biri karşıtını kendi içinde taşır. Düşünce, bir kavramdan (tez) onun içindeki karşıtına(antitez) bundan da yeniden karşıtına (yani ilk kavrama) dönmekle, diyalektik hareket içinde, iki kavramın birliğini oluşturan üçüncü kavrama (sentez) ulaşır. Bu süreç, düşüncenin kendisini kavramasını sağlayan bilinç içeriğini artırır. Hegel’e göre diyalektik, varlığı belirleyen düşüncenin kendi süreci olduğu gibi dünya tarihinin de oluşum ilkesidir.
Diyalektik usavurmayı Hegel’den ve Sokrates öncesi filozoflardan alan Karl Marx’a göre diyalektik tarihsel bir süreçtir;;; ekonomik temelli bazı toplumsal oluşumların zaman içinde karşıtlarını üretmeleri, karşıtların giderek çatışmaya dönüşmesiyle de yeni oluşumun etkisini ortadan kaldırması biçiminde yürür.
Diyalektik kavramı günümüzde, metafizik teriminin tam karşıtı olarak yeni ve bilimsel bir dünya görüşünü dile getirir.
Diyalektik İdealizm - Hegel’in idealizmine diyalektik idealizm denir. Hegel, tarihin ve düşüncenin diyalektik bir süreç içinde geliştiğini savunmuş, dinden siyasete, mantıktan estetiğe kadar bütün alanlar için geçerli gördüğü bu sürecin Mutlak Tin’e ya da zihne (geist) varılmasıyla son bulacağını ileri sürmüştür. Düşüncenin özünde gerçeğin ancak bir bütün olarak kavranabileceği yatar. Diyalektik, görünürdeki bütün farklılıkların birliğe kavuştuğu metafizik bir süreç “mutlak” ise, var olan her şeyi kendinde toplayandır.
Varlığın diyalektik gelişim süreci, Hegel’in tin ya da zihin, bazen de idea dediği Geist’ın kendini belli bir amaca doğru geliştirmesi, özgürleşmesi sürecidir. Bu süreç içinde “idea” diyalektiğin üçlü aşamasından geçer. İlk aşamada “idea” kendi içindedir ve henüz bir olanaktır. Kendini gerçekleştirmesi için ikinci bir alan gerekir, bu da doğadır. Ama “idea” doğada kendi özüne aykırı bir duruma düşer, kendine yabancılaşır. Bu aykırılıktan üçüncü aşama olan kültür dünyasında kurtulabilir. Doğada “idea”yı yönlendiren yasa olan zorunluluğun yerini üçüncü aşamada özgürlük alır; özgürlük, tinin devlet, sanat, felsefe ve din gibi, bireylerin üstündeki bazı kurumlarda ve o kurumlarla kendini gerçekleştirmesidir. Bu son aşamada da tin üç basamak içinde kendini geliştirir. İlk basamak “öznel tin” dir ve tek tek insanların yaşamındaki henüz tamamlanmamış idedir. İkinci basamak “nesnel tin”dir ve burada kendini toplum, tarih devlet olarak gerçekleştirir. Üçüncü basamak ise “mutlak tin” dir ve burada tam bilincine ulaşarak kendini sanat, din ve felsefe ile ölümsüz kılar.
Diyalektik idealizm yani Hegelci diyalektik, nesneleri soyutlayarak her birini kendi başına ve değişmez özellikleri olan birimler olarak gören “metafizik” düşünce biçiminin tersine, nesneleri hareket ve değişimleri, karşılıklı ilişkileri ve etkileşimleri içinde ele alır. Her şey sürekli bir oluş ve yok oluş süreci içindedir. Bu süreç içinde hiçbir şey sürekli değildir; her şey değişir ve yerini başka bir şeye bırakır. Bütün şeyler çelişkili yanlar ya da yönler içerir. Bu yönler arasındaki çatışma değişimin itici gücüdür ve sonunda şeylerin değişime uğramasına ya da ortadan kalkmasına yol açar. Hegel değişme ve gelişmeyi doğada ve toplumda somutlaşan “mutlak tin”in ya da ideanın bir dışavurumu olarak görür.
Diyalektik Materyalizm - Doğada ve tarihte belirleyici olan süreçlerin, kendi içlerindeki karşıtlık yoluyla oluştuğunu ve bütün olayların bu maddi temelli ilişkilerle açıklanması gerektiğini savunan felsefe görüşü. Tarihsel materyalizm ile birlikte Marksist dünya ve tarih görüşünü oluşturur. Marx ve Engels’e göre materyalim, duyularla algılanabilen maddi dünyanın zihin ya da ruhtan bağımsız nesnel bir gerçeklik olarak ele alınmasına dayanır. Marx ve Engels zihinsel ya da ruhsal süreçlerin varlığını reddetmemişler, ama düşüncelerin temelde maddi koşuların ürünleri ve yansımaları olduğunu savunmuşlardır. Maddeyi zihin ya da ruha bağımlı olarak ele alan, zihin ya da ruhun maddeden bağımsız olarak var olabileceğini savunan bütün kuramları ise, maddeciliğin karşıtı olarak gördükleri idealizm altında toplamışlardır. Onlara göre, maddeci ve idealist görüşler felsefenin tarihsel gelişimi boyunca uzlaşmaz bir karşıtlık içinde olmuştur. Bu nedenle materyalizm ve idealizmi birleştirmeye ya da uzlaştırmaya yönelik bütün çabaların kaçınılmaz olarak karışıklık ve tutarsızlığa yol açacağını savunan tam bir maddeci yaklaşımı benimsemişlerdir.
Marx ve Engels kendi diyalektik anlayışlarını büyük ölçüde Hegel’in görüşlerinden yola çıkarak geliştirmişlerdir. Hegel değişme ve gelişmeyi doğada ve toplumda somutlaşan Mutlak Tin’in ya da İdea’nın bir dışavurumu olarak görürken, Marx ve Engels değişimi ve gelişimi maddi dünyanın doğasında var olan bir özellik olarak görürüler. Bu nedenle Hegel’in yaptığı gibi olayların gerçek akışının “diyalektiğin ilkeleri”nden çıkarsayamayacağını, ilkelerin olaylardan çıkarılması gerektiğini savunurlar.
Marx ve Engels’in bilgi kuramının çıkış noktası, bütün bilgilerin duyular yoluyla elde edildiği maddeci öncüldür. Ama bilgiyi yalnızca verili duyu izlenimlerine dayandıran mekanik görüşün tersine bu kuram, pratik çalışma sürecinde toplumsal olarak elde edilen insan bilgisinin diyalektik gelişimini vurgular. İnsanlar nesnelere ilişkin bilgileri yalnızca bu nesnelerle pratik etkileşim içinde ve pratiklerine denk düşen düşünceleri biçimlendirerek edinirler. Düşüncelerin gerçekliğe uygunluğunun, yani doğruluğunun sınanmasını sağlayan tek araç toplumsal pratiktir. Bu bilgi kuramı, kendinde şeylerin yaratıcılığından dolayı insanların yalnızca duyumlanabilir görüntüleri bilebileceğini öne süren öznel idealizme ve duyular üstü gerçekliğin duyulardan bağımsız saf sezgi ya da düşünce ile bilinebileceğini öne süren nesnel idealizme yanı ölçüde karşı çıkar.
Diyalektik materyalizm: doğa, toplum ve bilinç olgularını evrensel bir varlık anlayışı içinde bütünler ve bu bütünlüğün aynı çelişme yasasıyla geliştiğini meydana koyar. Diyalektik idealizm, gelişme olgusunun genel yasalarının bilimidir, öylesine ki bilimsel gelişme olgusunu bütün öğretiler içinde tek başına temsil eder. Her bilim, gerçeğin farklı alanlarındaki gelişmesini ancak o alanda geçerli yasalara bağlar, diyalektik materyalizm bizzat gelişme olgusunu genel yasalara bağlar. Bu genel yasalar, kurgusal varsayımlar değil; bizzat doğanın, toplumun ve işleyişinden çıkarılmış ve onlara uygulanarak denetlenmiş ve doğrulukları saptanmış bilimsel yasalardır. Bu yasalar, karşıtların birliği ve savaşı yasası, nicelikten niteliğe ve nitelikten niceliğe geçiş yasası, olumsuzlanmanın olumsuzlanması yasası adlarıyla anılırlar. Bu yasalar, evrende var olan her şeyin bizzat nasıl devinip geliştiğinin, süreklilikte kesintinin ve karşıtlıkların birdenbire dönüşümlerle, nasıl aşıldığının, eskinin yıkılıp yeninin nasıl oluştuğunun anahtarını verir. Diyalektik idealizm, hem bilme ve hem de yapmanın öğretisi olmakla, kuramla kılgının ( teoriyle pratiğin) bağımlılığını da ortaya koymuştur. Kuramsız kılgı ve kılgısız kuram olmaz. Kılgı kuramla başarılı olabildiği gibi kuram da kılgıdan yansır.
Dil ve Lehçeler - Dünya üzerinde göçler arttıkça, kültürler karıştıkça yeni diller türüyor. Ama insanoğlu dillerin tam olarak ne zaman ve nasıl ortaya çıktığını hala bilmiyor.
İncil'deki göndermeler dışında dillerin nasıl ortaya çıktığına dair pek bir bilgi yok. Adem ile Havva'nın bile ne dil konuştuğu bilinmiyor. Bugün dünyada 2 bin 7 yüz dil ve 7 binden çok lehçe var. Sadece Hindistan'da 365 ve Afrika'da bin farklı dil konuşuluyor.
Yazı ise M.Ö. 4 yüzyılda Mezopotamya bölgesinde Sümerler tarafından keşfedildi. Sümerler ve Babiller bir saati 60 dakikaya ve bir dakikayı 60 saniyeye bölüp, bugün kullandığımız saat sistemini buldular.
Bugün dünyada 2 bin 7 yüz dil ve 7 binden çok lehçe var. Sadece Hindistan'da 365 ve Afrika'da bin farklı dil konuşuluyor. En zor öğrenilen Kuzeybatı İspanya'da ve güneybatı Fransa'da kullanılan Baskların dili, dünyadaki hiçbir dile benzemiyor. Mandarin, İngilizce'den sonra dünyada en çok insanın konuştuğu dil. Ama ülke dili olarak en çok kullanılan ikinci dil İspanyolca.
En yeni dil güney Afrika'da kullanılan Afrikaan dili. 17. yüzyılda Roma Katolik Kilisesinin zulmünden kaçan Hollandalı ve Alman Protestanlar 18. yüzyılda Afrika'nın güneyine yerleştiler ve 20. yüzyılın başlarında Flamanca ve Almancanın ağırlıklı olduğu ama diğer dillerden de etkiler alan yeni Afrikaan dilini geliştirdiler. Bu dil, neredeyse 90 yıl içinde en çok konuşulan ikinci dil halini aldı.
Kültürler buluşup karıştıkça yeni diller ortaya çıkıyor. Modern ulaşım ve ticaretin neden olduğu küçük yerleşim birimlerinden büyük şehirlere göç, tüm dünyada dillerin gelişimini etkiliyor. Örneğin Londra'da 700 farklı dil konuşuluyor. New York, Los Angeles, Mayami ve Singapur için de aynı şey geçerli. İnternetin sağladığı kültürler ve bölgeler arasında serbest iletişimin de dilleri etkileyeceği kesin.
Dünyanın en küçük ülkesi Vatikan, Latince'nin resmi dil olarak kabul edildiği tek ülke. Tüm yurttaşlarının aynı dili konuştuğu ülke Somali… Kuzey Afrika'da yaşayan Berberilerin konuştukları dil ise sadece sözlü.
Dış geçerlik [Sosyal Bilimlerde Araştırma Yöntemleri] – Deneysel sonuçlara dayanarak yapılan çıkarsamaların “gerçek” dünyaya genelleştirilememe olasılığı.
Dietzgen, Joseph(1828- 1888). – Sepici işçi. 1864’ten 1869’a kadar Saint Petersbourg’da bir deri fabrikasını yönetti. Sonra Siegburg’da zanaatçı olarak yaşadı. 1884’ten başlayarak da New York ve Chicago’da gazeteci olarak yaşadı. Marx ve Engels’ten tamamıyla bağımsız olarak, diyalektik materyalizme yaklaşan br bilgi anlayışı geliştirdi. Başlıca yapıtı Zihni Çalışmanın Özü’dür(1869).
Diderot, Denis(1713-1784). – Fransız filozofu ve yazarıdır. Ansiklopedi’nin(1751-1772) başlıca yazarıdır. Başkaca, Görenler için Körler Üzerine Mektup’u yazdı, bu kitap Vincennes’de hapsedilmesine neden oldu, Doğa Çocuğu(Piç), Aile Babası. Rusya’da Katerine II’nin yanında kısa bir süre kadıktan sonra Kaderci Jacques’ı, Dindar Kadın’ı, Rameau’nun Yeğeni’ni yazdı. Diderot, materyalist ve tanrıtanımaz idi. Doğaya boyun eğmek, iyilikçi olmak, işte tek ahlaki ödev buydu.
Dogma - Her türlü inceleme ve eleştirmenin üstünde tutulan, doğruluğu denemesiz ve tartışmasız kabul edilen ve değişmez sayılan düşünce... Genellikle dinlerin saltık gerçeklik olarak ileri sürdükleri ve bağlılarından tartışmasız inanılmasını istedikleri genellikle dinsel ilkeleri dile getirir. Örneğin Tanrı’nın evreni yarattığı böylesine bir dogmadır.
Dogmatizm - Din ya da yetkelerce ileri sürülen düşünce ve ilkeleri kanıt aramaksızın, incelemeksizin ve eleştirmeksizin bilgi sayılan anlayış... Temelde skolâstik bir anlayıştır, günümüzde değişme ve gelişmeyi yadsıyan öğretileri ve anlayışları adlandırır. Özellikle metafizik öğretilerin tümü inakçı (dogmatik) öğretilerdir. Deney alanının dışında kalan bütün savlar inakçı olmak zorundadır. Bu zorunluluk Tanrı sözünden başlayıp Aristoteles’in sözüne kadar genelleşmiştir. Örneğin Ortaçağ Hıristiyan kültüründe herhangi bir kuralın gerçek sayılması için Aristoteles’in söylemiş olması yeterli sayılıyordu. Dogmatizmin zorunlu sonucu zorbalıktır. Deneylerle tanıtlanamayan kurallar, engizisyon işkenceleriyle tanıtlanmaya çalışılmıştır. Dogmatizm, suçlu olmayanın ateşe atılsa bile yanmayacağı inancına kadar varmıştır. Bundan da ateşe atılınca yanan kişinin suçlu olduğu sonucu çıkarılmıştır. İnak(dogma)’ın inan’dan farkı, inan’ın asla tanıtlanamayacak olanı kabul etmesine karşılık, inak’ın herhangi bir yetkeye bağlanan bir veriyi tanıtlamış olarak kabul etmesidir. Örneğin ortaçağ skolâstiğinde herhangi bir sözü Aristoteles’in söylemiş olduğunu tanıtlamak, o sözün doğruluğunu tanıtlamak demekti. Herhangi bir sistemde değişmez formüller düşlemek, bir düşüncenin tartışmasız kabulünü istemek, bilginin bağımlılığını göz önüne almaksızın her zaman ve her yerde geçerli saltık bilgiler olduğunu ileri sürmek inakçılıktır.
Dogmatikler – Dogmatikler; Bilginin imkânsız olduğunu iddia eden kuşkucu bakış karşısında bilginin kaynağı tartışmasına hiç girmeden bilginin kesinlikle mümkün olduğunu iddia ederler. Dogmatiklere göre, doğru herkes için geçerli bir bilgi türüdür. Doğru bilginin neden ve nasıl olanaklı olduğunu açıklama ihtiyacı duymazlar ve bilginin olmadığından asla şüphe etmezler. Bilginin duyu, deney, akıl, sezgi, gözlem, vahiy, olgu... gibi yollardan elde edildiğini iddia ederler.
Doğalcılık [Sosyal Bilimlerde Araştırma Yöntemleri] – Alan araştırmasına, nesnel toplumsal gerçekliğin var olduğu ve bunun gözlenebileceği ve doğru rapor edilebileceği varsayımıyla yaklaşma.
Doğalcılık – Burada ne sözcük anlamında doğalcılık söz konusudur, ne de doğaya dönüş. Marx, insanın kendi öz doğasını yeniden bulmuş olduğunu, yabancılaşma bu kendinin belirmesi sonuçlarını bozup, nesneler dünyasını, insanın varlığının uzantısı yerine, düşman bir dünya durumuna getirmeden ve sonunda kendi insan doğasının yadsınmasına yol açmadan, kendi özsel güçlerini özgürce geliştirebileceğini söylemek ister.
Marx, burada, kuşkusuz Hess'in 21 Yaprak'taki "Eylem Felsefesi" başlıklı makalesinin şu parçasına anıştırmada bulunur:
"Maddi mülkiyet, tinin saplantı durumuna gelmiş kendisi için varlığıdır. Tin, emeği, emek aracıyla kendinin dışsal belirtisini kendi özgür eylemi, kendine özgü yaşamı olarak değil, ama maddi bakımdan ayrı bir şey olarak kavradığından, kendini sonsuzluk içinde yitirmemek, kendi kendisi için varlığına erişmek için, onu kendisi için korumak zorundadır da. Ama eğer tinin kendisi için varlığı olarak dört elle sarılıp tutulmuş bulunan şey, yaratma içindeki eylem değil de, sonuç ise, yaratılmış bulunan şey ise, eğer tinin kavramı olarak kavranmış bulunan şey onun gölgesi, tasarımı ise, kısacası onun kendisi için varlığı olarak kavranmış bulunan şey onun öteki varlığı ise, mülkiyet, tin için olması gereken şey, yani onun kendisi için varlığı olmaktan çıkar. Malik olma susuzluğuna götüren şey, varolma susuzluğunun yani belirli bireysellik olarak, sınırlı ben olarak, sonlu varlık olarak varlığını sürdürme susuzluğunun ta kendisidir. Sıraları gelince varolma ve malik olmaya götürmüş bulunan şeyler de, tüm belirlenimin yadsınması, soyut ben ve içi boş "kendinde-şey"in, eleştiricilik ve devrimin, yerine getirilmemiş ödevin sonucu olan soyut komünizmdir." (Moses Hess, Sozialistische Aufsätze, yayınlayan Zlocisti, Berlin 1921, s. 58-59.)
Doğrulama - Bir varsayım ya da önermenin doğruluğunu denetlemek için, deney ve mantıksal kanıtlama yoluyla yapılan işlemlerin tümü. Doğrulanabilirlik ilkesi: Önermelerin bilimsel anlam taşıyıp taşımadığını belirlemeye yarayan bir ilke. Buna göre bilimsel anlamı olan önerme, olgusal yoldan nasıl doğrulanabileceğini bildiğimiz önermedir.
Doğrulanabilirlik - Bilimde önermelerin olgularla doğrulanabilme niteliğidir.
Doğu Roma İmparatorluğu — Köleci Roma İmparatorluğundan 395 yılında ayrılmış bir devlet; merkezi Konstantinople (İstanbul) idi. Daha sonraları Bizans adını almıştır. Doğu Roma İmparatorluğu 1453'de, Osmanlılar tarafından istila edilinceye dek varolmuştur.
Druidler - Druidler kısaca Kelt rahipleri olarak tanımlanırlar. Druidlerin Kelt toplumu içindeki yerleri çok önemlidir. Toplumsal birçok olayda rol oynadıkları gibi dağınık olan Kelt kabileleri arasında birleştirici bir rol de oynuyorlardı.
Druid sözcüğünün kökeni de tartışmalıdır. Latince’de druidae şeklinde geçer. Bu sözcük hiç bir Kelt-Roma yazıtında bulunmadığı için orjinali bilinmemektedir fakat Galya dilinde druvis ya da druvids şeklinde olduğu tahmin edilmektedir. Eski İrlanda dilinde ise bu sözcük tekil olarak druí, çoğul olarak druid şeklindedir. Etimolojisi bilinmemekle beraber, Yaşlı Plinus bu sözcüğün Yunanca dràj (meşe) ve Hint-Avrupa kökenli wid- (bilmek) sözcüklerinden türediğini söylemektedir. Aynı şekilde Keltlerin kutsal yerlerinden (nemeton) bir olan Anadolu’da, Galatya’daki alanın adı da Drunemeton’dur.
DRUIDLER’İN TOPLUM İÇİNDEKİ YERLERİ VE ÖĞRETİLERİ:
Daha önce de belirttiğimiz gibi Druid öğretisi sözlü olarak yayıldığı için kesin hatları ile bilememekle beraber antik yazarlar ve eski Kelt metinlerinden yararlanarak Druid öğretisinin ana hatlarını çıkartabiliyoruz.
Daha önce de Caesar’ın verdiği bilgide gördüğümüz gibi Druidler bütün Kelt kabileleri arasında saygı görmekte idi ve toplumsal olaylarda, kabileler arasında yargılama ve karar verme hakları vardı. Strabon’un da aktardığı gibi savaşlarda “arabuluculuk yapabiliyorlar ve sona erdirebiliyorlardı”.
Druidler’in toplumsal görevlerinden biri de törenleri yönetmekti. Bir Druid töreninin en güzel betimlemesini Plinus vermektedir. Keltlere göre meşe kutsaldı, eğer meşe ağacı üzerinde ökse otu var ise bu onu çok daha kutsallaştırıyordu. Bu tören ise bir meşe ağacında yetişen ökse otunun bulunması üzerine düzenleniyordu. Tören için uygun zaman gelecek ayın altıncı günü olarak seçiliyordu ve bu gün için yemek ve kurban edilecek iki beyaz boğa hazırlanıyordu. Daha sonra meşe ağacındaki ökse otu altın bir orak ile druidler tarafından kesiliyor ve toplanıyordu. Daha sonra da boğalar kurban ediliyordu. Bu tören daha sonraları “yeni yıl” törenleri ile de ilişkili olduğundan, günümüzde “ yılbaşı çiçeği” diye satılan bitkilerin aslında ökse otuna benzedikleri ve bu geleneği yaşattıklarını görürüz.
Bazı antik çağ yazarları Druidlerin ayrıca insan kurban edildiği törenleri de yönettiklerini yazmaktadırlar.
Toplumsal statülerinin ötesinde Druidler’in en büyük işlevi gerek dini gerek toplumsal alanda büyük bilgi sahibi olmaları ve bunu yeni nesillere de aktarmaları idi. Kelt ülkesinin birçok bölgesinden, tanınmış Druidler’den eğitim almak üzere birçok öğrenci gelirdi. Bu özelliklerinden ötürü ola gerek, Pomponius Mela Druidler’i “Bilgeliğin Üsdatları” ( Magistri Sapientiæ ) diye adlandırır.
Daha önce de defalarca belirttiğimiz gibi Druidler öğretilerini kesin olarak sözlü aktarıyorlar ve adayın hafızasında tutmasını istiyorlardı. Ayrıca Druid öğretisine göre sözün bir enerjisi vardı ve dikkatli kullanılması gerekiyordu.
Antik kaynaklarda Druidlerin öğretileri farklılıklar göstermektedir. Caesar’ın da aralarında bulunduğu birçok yazara göre Druidlerin öğretileri metafizik öğretilerdi ve ruhun ölümsüzlüğü üzerine kurulmuştu. Daha önce de gördüğümüz Kelt mitlerinde olduğu gibi Druidler de ruhun bedenden bedene geçtiğini, çeşitli kalıplarda varlığını sürdürdüğünü ileri sürmektedir. Geleneksel anlatım bu inancı daha önce Tuân Mac Cairill öyküsünde gördüğümüz gibi sürekli metamorfozlar şeklinde sembolize ediyordu. Kelt efsanelerindeki “dev” motifi de aynı zamanda yabani, evrimleşmemiş olan kişiyi sembolize etmekteydi. Tuân Mac Cairill öyküsünde olduğu gibi balık ise metamorfozda ileri bir aşamayı sembolize ediyordu.
Metamorfozlar ile anlatılmak istenen en önemli olay ise, Druid öğretisinin temeli olan erginleme idi. Druidler’in yanına öğretiyi öğrenmek ve yetişmek için gelen adaylar belli sınavlardan geçerler, diğer erginlenmeye dayalı öğretilerde olduğu gibi ölüm ve yeniden doğma sembolizmi ile derece atlarlardı. Orta Çağ boyunca varlığını sürdürecek şövalyelik kurumunun da kaynağını Druid öğretilerinden aldığı düşünülmektedir.
Strabon Druidler’in ruhun ölümsüzlüğüne olan inançları ilginç bir açıklama yapmakta ve Druid inançlarına göre “Evrenin ve insanların ruhunun yok edilemez, hatta zaman zaman ateş ve su galip gelse de “ şeklinde inanıldığını belirtmektedir.
Ruhun ölümsüzlüğüne olan inançları, daha önce de belirttiğimiz gibi Druidlerin antik yazarlar arasında, Pythagorasçı olarak tanınmalarına neden olmuştur. Hallstatt döneminde, Keltler’in Grekler ile ilişkileri olsa da Druid öğretisi ve Kelt inançları Pythagorasçılık’tan farklıdır.
Diodorus’a göre ise Druidler “filozof ve teologlar”dır. Aynı zamanda tanrılar ile iletişim kurma yeteneğine sahiptirler.
Druid öğretisinin önemli bir bölümünü de astronomi ve takvim bilgisi teşkil etmektedir. Antik Çağ yazarlarının birçoğu buna değinmektedir.
Druidler’in bilgilerinin bir bölümü de şifalı otlar üzerinedir. Druidler’in bitkiler konusunda çok bilgili olduklarını ve ilaçlar hazırladıklarını biliyoruz. Bu bilgileri o dönem yazarları tarafından bilinmekle birlikte bazıları tarafından da büyücülük olarak yorumlanmıştır. Günümüze Asterix çizgi romanına kadar gelen “kazan kaynatan” druid imajı da buradan doğmaktadır.
Druidler’in tıp üzerine çalışmaları daha sonra eğer ‘doktor’ Hristiyan ise mucize, eğer Hristiyan değilse de büyü diye yorumlanmıştır.
Druid Öğretisinde Kutsal Yerler;
Druid öğretisine göre, evren üç bölümden oluşmuştu. Bunlardan birincisi üzerinde yaşadığımız toprak, ikincisi Fomorianlar’ın, hayaletlerin ve kaybolmuş ruhların bulunduğu yeraltı ve üçüncüsü Batı adalarının ve Avalon’un olduğu Görünmeyen Dünya ya da Öteki Dünya.
Keltlerin evrenin her üç bölümü için de değişik inanışları vardı.
Üzerinde yaşadığımız yerde daha sonra da göreceğimiz gibi en çok ağaçlar ve korular kutsaldı. Kutsal alanlar buralarda seçiliyor ve toplantılar buralarda yapılıyordu. Koruların dışında dağlar da kutsaldı. Druid öğretisine göre dağlar ilhamın geldiği, tanrısal varlıkların insanlarla konuştuğu yerlerdi. Birçok dağ ve tepe güneş tapımı için kullanılıyordu. Hıristiyanlığın gelişinden sonra da bu dağlar kutsallığını korumuştur. Örneğin Fransa’daki Mont-Saint-Michel önce güneş tapımı için kullanılan daha sonra da Hıristiyanlığın kutsal yerlerinden biri olan tepelere bir örnektir. Dağların Druidler için bir önemi de buralardan çok daha iyi astronomik gözlemlerin yapılabilmesidir. Bunlar dışında su kaynaklarının da kutsal olduğundan daha önce söz etmiştik.
Yeraltı dünyası ise daha gizemlidir. Yeraltı dünyasına açılan kapılar ise mağaralardır. Mağaralar birçok değişik inanca esin kaynağı olmuşlardır. Mağaralar solunum sistemine benzetilmiş, Keltler tarafından canlı olduğu kabul edilen yeryüzünün soluk alıp verdiği yer olarak düşünülmüştür. Bazı mağaralardan doğal olaylara bağlı olarak garip sesler gelmesi ise hem buralarda bilinmeyen canlıların yaşadığına hem de yeraltı ruhlarının varlığına kanıt sayılmıştır. Meşhur Fingal Mağarası da bu mağaralardan biridir. İskoçya’da bulunan bu mağaranın eski adı an Uaimh Binn , “Melodili Mağara” idi. Bu mağaradan gelen sesler - belki de kuş sesleri- öte dünyadan gelen sesler olarak yorumlanıyordu. İrlanda’da da bu tür mağaraların olması, İrlanda bardlarının “Mağaralar” adı verilen bir öykü dizisi oluşturmasına da kaynaklık etmiştir. Ne yazık ki bu öykülerden günümüze sadece bazı parçalar ulaşabilmiştir.
Mağaralar yeraltı dünyasına , “Periler Ülkesi”ne bir geçiş olarak kabul edildiği gibi bazı yeteneklerin de kazanıldığı bir yer olarak görülmüştür. Mağaralara girip çıktıktan sonra çalgısını ustalıkla kullanan çalgıcı öyküleri de bu inancın bir uzantısıdır. Aslında Druid öğretisine göre -elimizde çok fazla kanıt olmasa da- mağaraların aslında bilinçaltını ya da insanın kendi içine yapılan yolculuğu temsil ettiğini ve mağaraya girip çıkma motifinin erginlenmenin bir adımını oluşturduğunu düşünebiliriz. Mağara içinde uyuyan kahraman ya da mağara içinde yaşayan bilge motifinin de böyle bir sembolizm ile ilişkili olduğunu düşünebiliriz.
Adalar etrafları sularla çevrili olduğu için gerek fiziksel gerekse ruhsal olarak çevrelerinden soyutlanmış , izole edilmiş yerler olarak kabul edilirlerdi. Bu görüşle adalar hem tanrıların barınması için hem de ölülerin ruhlarının yer alması için ideal yerlerdi. Adalar ayını zamanda inziva yerleri idi. Bu bakımdan insanın kendi kendine dönmesi, ada gibi kendini soyutlaması da ada sembolizmi ile belirtilir.
Adanın etrafının sularla kaplı olup çevresinden soyutlanmış olması, buraların yargı için de ideal olduklarının düşünülmesine neden olmuşlardır. Ayrıca burada kara veren yöneticiler de insan etkisinden uzak sadece tanrıları dinleyerek karar veriyor diye inanılıyordu.
Pagan Avrupa’sında adalar bazı tanrılara kutsaldı. Örneğin Isle of Man, Manannan MacLir’e; Baltık Denizi’nde bulunan Rügen Adası, Rugevit’ e kutsallardı.
Keltler arasında ölenlerin ruhlarının batı adalarına gittiği inancı yaygındı. Bu inanç Orta Çağ boyunca da Kral Arthur efsanesinde olduğu gibi varlığını sürdürecekti.
Orta ve Yeni Çağ boyunca varlığını sürdüren ve Keltler’den kalan bir başka inanış da “hayalet ada” inanışıdır. Keltler de bazı adaların yok olup sonradan ortaya çıktıklarına inanıyorlardı.
Druid Öğretisinde Ağaç Kültü:
Sembolik olarak ağaç yeraltı dünyası, yer ve gök arasında bir bağlantıyı temsil etmektedir.
Kelt sembolizminde en önemli olarak meşe gücü ve elma ağacı ölümsüzlüğü sembolize eder. Ağacın bir önemi de üzerinde tanrıların habercileri olan kuşları barındırmasıdır. Kökleri ise geçmişe, yeraltına doğru gider. Bu yüzden efsanelerde ölülerin ruhları dallar arasında ya da ağaçların gövdelerinde bulunurlar.
Kutsal korular Druidler için kutsal mesajı aldıkları ve erginlenmenin olduğu yerlerdir. Druidler buralarda, nemeton denilen kutsal yerlerde açık havada ritüelleri gerçekleştirirlerdi. Bu yüzden de Druidler’den günümüze tapınaklar binaları kalmamıştır.
Druidler, ellerinde bir ağacın küçük bir sembolü olan değnekleri taşırlardı. Bu değnekler druidin gücünün belirtisi olduğu kadar bunlarda sihir gücü de olduğuna inanılırdı. Ayrıca bu değneklerin yapıldığı madde ya da ağaç taşıyanın toplum içindeki yerini de belirttiğinden büyük önem taşımakta idi.
Druidler için kutsal olan bir bitki de ökse otu idi. Bununla ilişkili törenlerin nasıl yapıldığını yukarıda incelemiştik. Ökse otu aynı zamanda ay sembolizmi ile de ilgili idi. Bu nedenle Druidlerin meşe üzerindeki ökse otunu kesmek için kullandıkları orak da hilal biçiminde idi. Ökse otu aynı zamanda üzerinde bulunduğu ağacı ruhu ve eliksir’i olarak da kabul ediliyordu. Aynı şekilde ökse otunun bir başka adı da “Meşe suyu” idi.
Ogam
Daha önce de belirttiğimiz gibi Druidler öğretilerinin sözlü olarak yayılmasını istiyorlar ve kesinlikle yazılı hale getirmiyorlardı. Bunun nedenleri arasında öğretilerinin ezoterik olması ve yazılı olanın öğretinin anlatımındaki değişikliklerle değişememesi vardır.
Druidler’in öğretilerini sözlü olarak aktarmaları onların yazıyı bilmedikleri ya da küçümsedikleri anlamına gelmemelidir. Tam tersi olarak yazıya çok büyük saygı göstermişler ve dikkatli kullanmışlardır. Bir Druid yazısı olmamakla birlikte bazı değneklerin ve kutsal kayaların üzerinde işaretler kullanmışlardır.
Ogam adı verilen bu işaretler Keltlere özgüdür ve bir tür şifreli yazıdır. Taşların üzerlerinde ve ahşap malzemelerde, özellikle de değneklerde rastlanmıştır. Ogamlar mantık olarak Grek ateş işaretlerine benzemekte idi. Ateş işaretleri yerine atılan çentiklerden oluşuyordu ve her bir çentik sayısı bir sese karşılık geliyordu.
Aslında Ogamların yazıdan da öte bir sembolizmi vardı. Her bir işaret aynı zamanda bir ağaca ya da bir hayvana da karşılık gelebiliyordu. Bunu tam tersi olarak da belli şekilde ve düzende dizilen ağaçlar bir anlam verebiliyordu.
Druides’ler
Diğer ezoterik topluluklardan farklı olarak, druidler aralarına kadınları da kabul ediyorlardı ve bunlar druides adını alıyorlardı.
Druideslerin inisiyasyonlarının nasıl olduğu bilinmemekle birlikte özellikle savaşçıların ve asillerin yetişmesinde büyük payları olduğu bilinmektedir. Bu durum Orta Çağ efsanelerinde sık sık geçen “Bilge Kadın” motifine de kaynaklık etmektedir. Orta Çağ efsaneleri ile ilgili bölümümüzde göreceğimiz gibi bu kadınlar şövalyenin yolculuğu boyunca karşısına çıkarlar ve inisiyasyonda yardımcı olurlar.
Druidesler eğitimde olduğu kadar, ilaç hazırlamada, şifalı bitkilerin bulunmasında da söz sahibi idiler.
Druideslerin özellikle İskoçya’da Sein Adası’nda toplandıkları ve buraya erkekleri almadıkları söylenir . Söylenceye göre burada dokuz druidesin (Gallizenæ) öndeliğinde kendini adamış genç kızlar vardı. Halk arasında druideslerin burada sihir ve büyü ile uğraştıkları düşünülür, hatta hava olaylarına hükmettikleri, istedikleri hayvanın şekline girdikleri de söylenirdi.
Hıristiyanlığın yayılmasından sonra druid inançlarını tamamen silmek isteyen Hıristiyanlar, druidesleri halkın gözünde cadılara çevirmişler ve halkı onlara düşman etmeyi başarmışlardır.
Bard’lar
Kelt toplumlarında, genellikle konularını kahramanlık destanları olarak seçen ozanlara bard denilirdi. Bağlı oldukları şefin yanında bulunurlar, onun başarılarını da kutlarlardı.
Bard daha çok Galya’da kullanılan bir isimlendirme idi, çünkü bu ozanlara Galya’da bard denildiği gibi, Bretagne’de Barzh, İrlanda’da da Fil (çoğulu filid) denilmekteydi.
Barzh’ların dini karakterleri çabuk kaybolmasına karşın, bardlar, ilham ve sanat yeteneklerinden olsa gerek, saygı görmeye devam etmişlerdir.
Filid ise yedi dereceli idi. Derece elde taşınan değneğe göre belli oluyordu. Böylece sıralama Ollamh (altın değnek) , Anruth (gümüş değnek) ve geri kalan beş derece (bronz değnek) şeklinde oluyordu.
Bardlar ile ilgili önemli bir nokta da müzisyen Druidler ile karıştırılmamaları gerektiğidir. Birçok Kelt dini törenine müzik eşlik etmekle beraber, bu törenlerde müzik aletini çalan druidler bardlardan farklı idi.
Kelt efsanelerinde müzik aletleri önemli bir yer tutmaktadır. Dagda ve Lug’un sihirli arpları vardı. Efsaneye göre bu aletler üç farklı tür müzik çalmaktaydılar. Bunlardan birincisi güldürüyor, ikincisi ağlatıyor, üçüncüsü de uyutuyordu. Bu inanış, Keltler’in, müziğin insan üzerindeki etkisini incelediklerini göstermektedir.
Bardlar ise şiir okurken, aynı zamanda cruth denilen bir tür lir de çalarlardı.
Galya’da Roma işgalinden sonra, yerli dili kullandıkları için, gözden düşen bardlar burada MS. İkinci yüzyıldan itibaren kaybolmaya başlamışlardır.
Bardlar Galya’da dini sınıftan sayılmalarına rağmen, İrlanda’da sonraları aşağı sınıftan kabul edilirlerdi. Gal ülkesinde ise, özellikle Breton prensler tarafından çok tutulan bardlar varlıklarını Orta Çağ’a kadar sürdürmüşlerdir.
Druid Öğretisinin Sembolik Aktarımına Bir Örnek: Taliesin
Druid öğretisinin sembolik anlatımına ve halka aktarılışına en güzel örnek kuşkusuz Taliesin ( Güzel Yüz ) öyküsüdür. Taliesin aynı zamanda ilk bardlardan ve Kelt şairlerinden biri olarak kabul edilir.
Gwerang’ın oğlu genç Gwion büyücü tanrıça Cerridwen tarafından bir kazana göz kulak olmakla görevlendirilir. Bu kazanın içinde büyücünün, oğlu Afagddu için hazırladığı büyülü bir karışım kaynamaktadır, çünkü Afagddu çok çirkindir ve annesi bu büyü ile onu güzelleştirmek istemektedir. Bu arada kazandan sıçrayan üç damla, Gwion’un parmağına damlar ve Gwion da bunu yalar.
Gwion elini ağzına götürür götürmez bütün gizemler aydınlanır, geçmişin, şimdinin ve geleceğin bilgisine sahip olur. Bu arada Gwion bir başka gerçeği daha öğrenir; Cerridwen onu öldürmek istemektedir, çünkü büyücünün hazırladığı büyülü iksirde kullanmak istediği bileşenlerin içinde kendisi de vardır.
Bunu farkeden Gwion hemen kaçar, Cerridwen ise onu yaşlı bir büyücü kılığında kovalar. Artık kendi de iksirden dolayı bir büyücü olmuş olan Gwion hemen bir tavşan şekline bürünür, Cerridwen ise bir tazı olur. Gwion nehirde bir balığa dönüşür, Cerridwen ise bir susamuru olur. Kovalamaca daha sonra göklerde devam eder. En sonunda Gwion bir buğday tanesine dönüşür, Cerridwen ise bir karatavuk olur ve buğday tanesini yer.
Dokuz ay sonra Cerridwen bütün çocuklardan çok daha güzel bir çocuk dünyaya getirir. Büyücü bu çocuğu deri bir torbanın içine koyar ve Beltaine bayramından iki gün önce dalgalara bırakır.
Galler ülkesinin kuzeyinde Gwyddno’nun oğlu ve kral Maelgwyn’in yeğeni Elphin’in attığı ağlara takılan bebek Elphin tarafından kurtarılır. Elphin ona Taliesin ( Güzel Yüz) adını verir.
Aradan yıllar geçer. Elphin amcası Maelgwyn tarafından hapsedilir. Artık bir yetişkin olan Taliesin Elphin’i kurtarmak için harekete geçer ve kurtarmayı başarır. Şiir’in son dizeleri şöyledir:
“ Dokuz ay boyunca Büyücü Cerridwen’in karnındaydım,
Aslında küçük Gwion’dum,
Şimdi Taliesin oldum”
Bu öykü de daha önce Tuân Mac Cairill öyküsünde gördüğümüz metamorfoz sembolizmi de yer almaktadır.
Öyküyü dikkatle incelersek, Cerridwen, oğullarını başka bir deyişle erginlenmeye, inisye olmaya gelenleri “güzelleştirmektedir” , daha farklı bir deyişle eğitim işini üstlenmiş bir druidestir.
Gwion’un iksirden aldıktan bütün gizemleri görmesi ve geçirdiği metamorfozlar da inisiyasyon aşamalarıdır. Bütün ezoterik öğretilerde olduğu gibi Gwion da yeni bir isimle yeniden doğmuştur.
Buradaki metamorfozlar da ilginçtir. Kelt takviminde sırasıyla, tavşan av zamanı olan sonbaharı; balık yağmurları ile kışı; kuş göçlerle ilkbaharı ve buğday da ekin ile yaz mevsimini sembolize etmektedir.
Bu örnekten de görüldüğü gibi Kelt öğretilerinde sembolizm çok çeşitlidir. Druid öğretisi bu şekillerde ve buna benzer öykülerde, değişik sembollerle ve sözlü olarak aktarılmıştır. Bu tür öykülerdeki bazı motifler ayrıca Orta Çağ efsanelerinde de karşımıza çıkacaktır.
Duyumculuk (Şüphecilik) - Duyumların getirdiği bilgini öznel olduğunu ileri süren şüphecilik… Duyumcu şüphecilik, duyumun nesnel temelin bırakıp öznel yanını ele alır. Bu bakımdan hem duyumcu hem öznelci bir yapıdadır. Antik çağ Yunan düşüncesinin ünlü şüphecileri: Pyrhon, Aenesidemos, Timon gibi düşünürler nesnelerin algıladığımız biçimde var olduklarından şüphelenmek gerektiğini ileri sürerler; çünkü her insanın duyumu başkadır ve herkes kendi duyumuyla algıladığından, başkasınınkine benzemeyen, kendine özgü bir bilgi edinir.
Aenesidemos bunu kanıtlamak için on kanıt ileri sürer. Bu kanıtlar şöyle özetlenebilir: hepimiz aynı biçimde algılasaydık hepimiz aynı düşünceleri ya da bilgileri edinirdik, oysa hepimizin çeşitli ve birbirimizinkine benzemeyen düşünceleri var. Öyleyse nesnel gerçeklik yoktur, bilgilerimizden daima şüphe etmeliyiz. Duyumcu şüpheciler, bundan, katıksız idealist bir sonuç çıkarırlar: aynı nedenin çeşitli sonuçları olabilir: güneş karartır, kızartır, eritir ve yakar, öyleyse nedensellik yoktur, nedensellik olmadığına göre oluş yoktur. Duyumcu şüphecilerin düştükleri bu yanılgı, duyumun nesnel temelini bırakıp sadece öznel yanını almanın sonucudur.
1- Bütün bilgilerin yalnızca duyumlardan geldiğini, duyu algılarına dayandığını ileri süren öğreti. // Formülünü Locke'un şu ünlü tümcesinde bulur: "Daha önce duyularda bulunmayan hiç bir şey anlıkta yoktur."
2- (Ruhbilimsel açıdan) Bütün ruhsal olayları duyumlara geri götüren (indirgeyen) anlayış.
3- (Ahlak felsefesi açısından) Yaşamın anlam ve ereğini duyu hazlarında bulan öğretiler. Duyumculuğun ilk- çağda temsilcileri; Kyrene Okulu ve Epikurosçulardır. Yeniçağda ise özellikle Locke ve Condillac'tır.
Düalizm - Herhangi bir alanda birbirlerine indirgenemeyen iki karşıt ilkenin varlığını ileri sürme... Bircilik ve çokçuluk terimleri karşılığıdır.
Felsefe alanında ilk düalist, antikçağ Yunan düşünürü Anaksagoras’tır. Anaksagoras, özdekle ruhu kesin olarak birbirinden ayırıyor ve sonsuza kadar da birbirlerinden ayrı kalacaklarını söylüyordu. Anaksagoras’ın nus adını verdiği bir ruh özdeksel yapıdadır ama yaratan olmak bakımından yaratanın karşısında bulunmakla, beraber birbirine indirgenemeyen temelli bir ikilik meydana getirir.
Fransız düşünür Descartes de evrendeki bütün gerçeklikleri birbirine indirgenemeyen ruh ve özdek ikiliğinde toplar. Düalizm, temelde tanrılık yer (öte dünya) ile insanlık yer (dünya) ayrımını ileri süren dinsel ikicilikten yansımıştır ve evrenin özdeksel birbirini yadsıyan gerici bir görüştür. Düalistlerin tümü idealisttir, çünkü özdensel yapının karşısında bir de ruhsal yapı olduğunu kabul ederler.
Dürziler ve Tampliyeler - Haçlıların Kutsal Topraklarda egemen oldukları dönemde, Tampliyeler’in karşılaştığı Doğu’ya özgü birçok gizemci inanç akımlarından biri de Dürzilik’tir. Dürziler’in inanç sisteminin ve ezoterik uygulamalarının Tampliyeler’i etkilediği sıkça ileri sürülen bir savdır. Bu sava göre Tampliyeler, daha sonra Avrupa’ya aktarılan ve zamanla Masonluk sistemine yerleşen bir takım inanç ve geleneklerinin esinini Dürziler’den almışlardır.
Tampliyeler’in Dürziler ile bağıntısının hem tarihsel hem de geleneksel bir takım kanıtları olmakla beraber, bunun Masonluk ve Tampliyeler üzerinde ne gibi etkileri olduğu konusunda yalnızca varsayımlarda bulunulabilir.
Leonard W. King’in Gnostikler ile ilgili yapıtında ileri sürdüğüne göre: “Mısır halifesi Hakim’in mezhebin kurucusu olduğu ileri sürülmesine karşın Dürziler’in, Procopius’un VI. yüzyılda Lübnan ve Suriye’de hızla çoğaldıklarını söylediği Gnostik mezheplerin kalıntıları olmaları daha akla yakındır. Komşuları arasındaki yaygın kanıya göre Dürziler, dana şeklindeki bir puta tapınmakta ve gizli toplantılarında Roma döneminde Ophitler’e (yılanı kutsallaştıran ve ona tapan bir tarikat), Ortaçağda Tampliyeler’e ve çağımızda da Masonlar’a atfedilen törenler yapmaktadırlar.”
Bu görüşün başka yazarlarca da onaylandığı görülüyor. Ancak King’e göre, önemli ve ilginç olan nokta: “Dürziler’in kendi önderlerinin İskoçya’da gizlendiğine inanmalarıdır”. Kuşkusuz bu, Tampliyelerin o yörede çok güçlü oldukları dönemlerden kalma bir inanıştır.
Düzen Partisi — Tutucu büyük burjuvazinin 1848'de kurulmuş bir partisi. Bu parti Fransız monarşistlerinin iki hizbinin koalisyonu halindeydi -meşruiyetçilerin ve orleancıların; 1849'dan 2 Aralık 1851 hükümet darbesine kadar, bu parti, İkinci Cumhuriyetin yasama meclisinde önde gelen bir konuma sahip olmuştur.
Darwin, Charles (1809-1882). – Büyük İngiliz bilgini, evrimciliğin kurucusu. Evrim fikri Darwin’den önce Lamarck tarafından da savunulmuştu, ama Darwin, Türlerin Kökeni(1859) adlı kitabında emrimci kavramlara sağam bir teorik temel veren ilk bilgin oldu. Darwin, türlerin evrimini, yaşam savaşımının kendiliğinden sürüklediği doğal seçme ile açıklar.
Değer - Kişinin, isteyen, ihtiyaç duyan bir varlık olarak nesne ile bağlantısında beliren şey. İnsanların ihtiyaç ve istemeleri farklı olduğundan sayısız değer türleri vardır.
Değişken [Sosyal Bilimlerde Araştırma Yöntemleri] – Değişebilen, yani en az iki değer alabilen her şey.
Deizm – Vahiy ya da bir kilise öğretisi aracılığıyla edinilmiş her türlü dinsel bilgiye karşı çıkan buna karşılık belirli bir dinsel bilgi bütününü herkesin doğuştan taşıdığını ya da us yoluyla elde edebileceğini savunan görüşe denir. Deizm, tanrılık gücünün sadece yaratma işlemiyle sınırlandığını ve bir kez yaratıldıktan sonra dünyanın hiçbir işine karışmadığını eş deyişle dünyayı yönetmediğini belirtir.
Deizmin dayandığı “doğal” din kavramı başlıca iç kaynaktan beslenir. İnsan usuna duyulan inanç, dogmacılığa ve hoşgörüsüzlüğe yönelen vahiy öğretisinin, reddedilmesi ve tanrının düzenli bir dünyanın ussal mimarı biçiminde kavranması… Deizmciler Hıristiyanlıkta ve dünya dinlerinde görülen ibadet, inanç ve öğreti farklılıklarının temelinde evrensel olarak benimsenmiş din ve ahlak ilkelerinin, ussal bir özün bulunduğunu öne sürerler.
Deizimcilere göre kendi başına doğal din, her türlü kuşku ve yozlaşmadan uzaktır. Bu yüzden us yoluyla doğrulanmış yalın ahlakı, doğrular dışında Hıristiyanlığın sonradan eklediği tüm öğelere karşı çıkarlar.
Dekartçılık (Cartezyanizm) - Descartes’in felsefesi. Descartes, düşünsel felsefenin büyük çapta aşamacılarından biridir. Antikçağ Yunan, şüpheciliğinden yüzyıllarca sonra şüpheciliği temel bir yöntem olarak kullanmış ve bunu analitik geometri adı verilen matematiksel bir kesinlikle uygulamaya çalışarak yepyeni doğrulara varmayı denemiştir. Temel yöntem, şöyle özetlenebilir: önce bir ilke olarak, edinilmiş bütün bilgilerinden şüphe etmeliyim ve onları bir yana bırakarak ilk ve sağlam yeni bir düşünceden yola çıkmalıyım. İnsanların bütün düşünceleri birbirine bağlıdır, birbirinden çıkar. Bir düşünmeyi doğuran ondan önce gerçekleşmiş başka bir düşüncedir. Düşünceler bir neden sonuç zinciri içerisinde sürüp gider(mekanizm) öyleyse sırayı titizlikle kovalarsam doğru olmayan bir düşünceyi doğru sanmaktan sakınarak düşünce zincirinin arasına yanlış bir düşünce karıştırmazsam doğru olana ulaşabilirim. Bu durumda benim için kesin olan tek şey şüphe etmektir. Bütün bilgilerden şüphe etmek, düşünmektir. Düşünmekse var olmaktır. Öyleyse, var olduğumda şüphesizdir. Düşünüyorum öyleyse varım. Şüphe edemeyeceğim ilk ve sağlam bilgim budur. Şimdi, neden sonuç zincirini titizlikle kovalayarak, bütün öteki bilgileri bu temelden çıkarabilirim.
Descartes’in başlıca öğretileri şunlardır;
1)Gerçeklik, özü düşünme, olan zihin ile özü üç boyutlu uzam olan madde biçiminde ikiye ayırabilir.
2)Tanrı, zihin ve madde kavramları doğuştan gelir ve deneyimden kaynaklanmaz.
3)Felsefede doğruya erişmenin yanılmaz yöntemi, şüphe edilemez, açık ve seçik bir önerme ya da kavramlara ulaşıncaya değin her şeyden şüphe etmektir.
Descartesci düşünürlerin çoğu Descartes’in “ Düşünüyorum, öyleyse varım” deyişinde anlatımını bulan, düşünen öznenin düşündüğünden, dolayısıyla var olduğundan şüphe edemeyeceği yöntemindeki önermenin, ilk ve açık seçik doğru olduğu görüşünde birleşir. Gene Descartescilerin büyük bir bölümü, bu ilk doğru temelinde yalnızca usa dayalı bir felsefede ve bilim sisteminin kurulabileceği görüşündedir. Buna bağlı olarak Dekartçılık bütünüyle usa bir metafizik geliştirilebileceğini savunur.
Demiourgos - Düzenleyici Tanrı... Antik Yunan düşünürü Platon’a göre ‘iyi’ ideası düzenleyici bir Tanrı’dır. Yaratmış değil biçim vermiştir. Antikçağ Yunanlılarında yaratma düşüncesi yoktur; bir sanatçı, bir mimar gibi yapma, düzenleme, biçimlendirme çabası vardır. Bu anlayışa göre dünya yoktan var edilmemiş, idealar gibi ilksiz ve sonsuz olan biçimsiz özdekten düzenlenip biçimlendirilerek meydana getirilmiştir. Platon’a göre bu biçimlendirmede örneklik eden idealardır, evrendeki bütün varlıklar bu ideal ilk örneklerine uygun olarak özdeği biçimlendirme yoluyla yapılmışlardır. Bu terim Platon’ca evren ruhu, agnostiklerce ikinci Tanrı ve Hegel’ce düşünce süreci anlamında kullanılmıştır.
Denek [Sosyal Bilimlerde Araştırma Yöntemleri] – Örnekleme seçilen ögelerin her biri.
Denence [Sosyal Bilimlerde Araştırma Yöntemleri] – Gözlemlenen olaylar ya da olay kümeleri arasında henüz kesinlikle kanıtlanmış olmayan, ancak kanıtlanması olası görülen ilişkileri anlatan bir önerme.
Deneycilik (Alm. Empirismus, Fr. Empirisme, İng. Empiricism) - Bilgimizin biricik kaynağının deney olduğunu savunan bilgi öğretisi. Bu öğretiye göre, bütün bilgilerimiz deneyden gelir; anlıkta deneyden gelmeyen hiç bir şey yoktur. Yeniçağ felsefesinde deneyci bilgi öğretisinin (Empirizm’in) kurucusu Locke'dur. Başlıca temsilcileri F. Bacon, D. Hume, J. 5. Mill. (bkz Usçuluk.)
Deney grubu [Sosyal Bilimlerde Araştırma Yöntemleri] – Deneysel uyarıcının uygulandığı bir grup denek.
Descartes, René (1596-1650). – Ünlü Fransız filizofu. Avrupa’da sayısız yolculuklar yaptıktan sonra küçük bir Hollanda kasabasına çekildi, ve orada, göreli bir yalnızlık içinde kendini incelemelerine ve felsefe çalışmalarına verdi. 1637 yılında Aklını İyi Kullanmak ve Gerçeği Bilimlerde Aramak için yöntem Üzerine Söylev’i; 1641’de Metafizik Düşünceler’i; 1644’te Felsefenin İlkeleri’ni ve 1649’daaa Ruhun Tutkuları Üzerine İnceleme’yi yazdı. Ona göre, dünya bütünüyle bir fkirler dünyasıdır, bu dünyada her şey evrensel ve zorunlu yasalara göre düzenlenir ve zincirleme birbirine bağlanır. Akıl bizim bilgilerimizin biricik hakemi olarak ilan edilmiştir.
Determinizm - Ahlaki seçimler dâhil bütün olayları, özgür iradeyi ve insanın başka türlü davranabilmesi olanağını dışlayan, önceden varolan nedenlerce belirlendiğini savunan kuram. Bu kurama göre evrenin tümüyle ussal bir yapısı vardır; belirli bir durumun eksiksiz bilgisine sahip olmak, o durumun, geleceğine ilişkin yanılmaz bilgiyi de olanaklı kılar. Laplace’e göre, evrenin bugünkü durumu, önceki durumunun sonucu, sonraki durumunun ise nedenidir. Bir zihin, belirli bir anda doğada işleyen bütün güçleri ve doğanın bütün bileşenlerinin karşılıklı konumunu bilebilse, küçük ya da büyük her birimin hem geleceğini, hem geçmişini kesin olarak bilebilir.
Determinizm yandaşlarına göre, kuramları, ahlaki sorumluluğun kabulüne aykırı değildir. Örneğin belirli bir davranışın kötü sonuçları önceden görülebilir; bu da insana ahlaki sorumluluk yükler ve insan eylemlerini etkileyebilecek engelleyici bir dış neden oluşturur.
Deutsch-Französische Jahrbücher - Karl Marx ve Arnold Ruge'un Paris'te çıkardıkları Almanca bir dergi. Yalnızca (Şubat 1844'te) bir sayısı yayınlanmıştır. Bu sayıda Karl Marx'ın iki makalesi —"Yahudi Sorunu Üzerine" ve "Hegelci Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı. Giriş"— ve Friedrich Engels'in de gene iki makalesi —"Bir Ekonomi Politik Eleştirisi Denemesi" ve "İngiltere'nin Durumu 'Dün ve Bugün', Thomas Carlyle, Londra 1842"— yer alıyordu. Bu yapıtlar Marx ve Engels'in materyalizme ve komünizme nihai geçişlerini belgelemektedir. Derginin yayınlanması esas olarak Marx ile bir burjuva radikali olan Ruge'un arasındaki görüş farklılıkları yüzünden kesilmiştir.
Devlet (Alm. Staat; Fr. État; İng. State) – Marksizm’in en temel ve tartışmalı kavramlarından biri devlettir. Marksizm’in devlet kavramsallaştırması liberalizmin iki temel eleştirisi üzerinde şekillenmiştir. Bunlardan ilki, tarafsız devlet teorisi iken, öbürü devlet ile toplum, siyasal ile iktisadi alan ikiliklerine dayanan liberal toplumsal modeldir.
Karl Marx, henüz 25 yaşındayken kaleme aldığı Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi (1843) çalışmasında Georg Wilhelm Friedrich Hegel’in devleti evrensel çıkarların savunucusu ve kamu yararının kurucusu olarak kavramsallaştırmasına karşı çıkarak, devletin doğasının evrensel olarak değil, söz konusu dönem için mülkiyetin tikel çıkarları etrafında anlaşılabileceğini ileri sürer. Tarihsel materyalist bakış açısı geliştikçe Marx ve Engels’in çalışmalarında devletin sınıfsal kökenine ilişkin vurgular artmıştır. Bununla birlikte, özellikle Marx’ın siyasal ve iktisadi alanların birbirinden kopuk biçimde değerlendirilmesine dayanan liberal görüşlere dönük eleştirileri de Marksizmin bu kurumu kavramsallaştırması ve tarihselleştirmesinde etkili olmuştur. 1844 yılında kaleme aldığı Yahudi Sorunu Üzerine başlıklı kısa çalışmasında Marx, politik alan/devlet ile burjuva iktisadi alan arasında kategorik bir ayrım gözeten liberal görüşleri sert biçimde eleştirmiş ve siyasal olan ile iktisadi üretim sürecinin (burjuva/sivil toplum) birbirinden ayrılamayacağını savunmuştur. Bu konudaki vurgular, Alman İdeolojisi’nde (1845) sistematik hale gelmiştir. Alman İdeolojisi’nde devlet, “içerisinde yönetici sınıfın üyelerinin kendi ortak çıkarlarını dayattıkları ve bir çağa has tüm sivil toplumun simgelenmiş olduğu bir form” olarak tanımlanır. Aynı eserde, Marx ve Engels, devleti, burjuvaların karşılıklı mülkiyet ve çıkarlarının temini için hem içeride hem de dışarıda zorunlu olarak kullandıkları bir örgütlenme biçimi olarak tanımlamakla onun sınıfsal içeriğinin altını kalın biçimde çizmişlerdir. Devletin egemen sınıfın çıkarlarını savunmak ve genişletmek amacıyla yine bu sınıf tarafından kullanılan bir kurum olduğu vurgusu belki de en net biçimde Komünist Parti Manifestosu’nda (1848) formüle edilmiştir. Bu ünlü tarife göre “ modern devlet iktidarı (Staatsgewalt) bütün burjuva sınıfının ortak işlerini yöneten bir kuruldan başka bir şey değildir”. Bu tanımlardan yola çıkarak söyleyecek olursak, devlet sınıfsal bir hegemonyanın kurumsal halidir.
1850’lere gelindiğinde Marx, devlet sorununun özel yansımalarına eğilmeye başlamıştır. 1848-1851 yılları arasında tarihsel bir perspektiften kaleme alınmış Fransa’yla ilgili güncel analizler devletin egemen sınıf ile olan ilişkisinin karmaşıklığını göstermiş, devlet iktidarının kimi zaman egemen sınıfın belli bir fraksiyonu elinde toplanırken, kimi zaman da egemen sınıftan tümüyle özerk bir görüntü çizebildiğini göstermiştir. Marx, Die Revolution ve Neue Rheinische Zeitung’da basılmış olan makalelerinde (Fransa’da Sınıf Mücadeleleri 1848-1850 [1850] ve Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i [1852]) yaptığı Fransız Devleti’nin doğası, askeri diktatörlük, İkinci Cumhuriyet ve İkinci İmparatorluk değerlendirmeleri ile Bonapartizm ve proletarya diktatörlüğü kavramlarına ulaşmıştır.
Marx, Napoleon Bonaparte ile Louis Bonaparte yönetimlerini karşılaştırırken kullanmış olduğu Bonapartizm kavramı ile sınıfsal güç dengeleri sonucunda devletin dönemsel olarak sivil toplumdan tam anlamıyla özerkleşmesini anlatmaktadır. Bu dönemde burjuvazi egemen sınıf olmaya devam etse de devlet, egemen sınıfın doğrudan bir aracı olmaktan çıkmış durumdadır. Louis Bonaparte, işçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki yenişemezlik halinden faydalanarak muhafazakâr köylülük, sivil ve askeri bürokrasi ve Kilise’nin desteği ile imparatorluğu yeniden ilan edebilmiştir. Bonapartizm, Marx’ın yazılarında zaman zaman egemen sınıfın egemenliğinin maskelenmesi olarak kullanılmış olsa da Marx’ın esas vurgulamak istediği devletin burjuvaziden arizî biçimde özerkleşmesidir. Buna rağmen bu arizî devlet tipinin de bir sınıfsal aidiyeti vardır ve nötr değildir. Marx’ın sınıfsal analizine göre Bonapartizm, köylülükten aldığı destekle orta sınıfın gücünü kırarak kendi iktidarını oluşturmuştur. Fakat aynı zamanda Louis Bonaparte, kapitalist sınıfın temsilcilerinin bunu yapamadığı –yukarıda belirlediğimiz gibi yönetemediği ve işçi sınıfının da kendi hegemonyasını kuramadığı- bir dönemde sermayenin uzun vadeli (ve yalnız iktisadi olmayan) çıkarlarını savunmaktadır. Engels, daha sonra Ailenin, Devletin ve Özel Mülkiyetin Kökeni (1884) adlı çalışmasında Bonapartizm deyişini kullanmasa da bu yenişememe durumuna örnek olarak 17. ve 18. yüzyıllarda mutlakıyetçi devleti ortaya çıkaran aristokrasi ile burjuvazi arasındaki güç dengesini ve işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki denge üzerinde yükselen Bismarck Almanyası’nı göstermektedir. Lev Trotskiy’in Stalin dönemine ilişkin eleştirilerini dayandırdığı kavramlardan biri de Bonapartizm olmuştur. Burada ayrıntılarıyla ele alamayacağımız bu eleştiriler konusunda söyleyebileceğimiz şu olabilir: Sadece kuramsal bütünlük açısından bakılacak olsa dahi söz konusu eleştirilerde kavramın kuramsal ve tarihsel içeriği fazlaca zorlanmıştır.
Proletarya diktatörlüğü kavramı, ilk kez Marx tarafından Fransa’da Sınıf Mücadeleleri 1848-1850 başlığıyla kitaplaştırılmış olan makalelerinde kullanılmıştır ve Marksizm’in merkezi önemdeki kavramlarından biri haline gelmiştir. O kadar ki, Marx, sınıflar mücadelesinin değil ancak sınıflar mücadelesinin sonucunda işçi sınıfının zaferinin proletarya diktatörlüğü biçiminde somutlanacağı yönündeki öngörüsünün kendi özgün buluşu olduğunu söyler. Marx’ın kullandığı anlamıyla her sınıf iktidarı diğer Antagonistik sınıf üzerindeki bir diktatörlüktür. Bu bağlamıyla proletarya diktatörlüğü, işçi sınıfının esas olarak kapitalist sınıf üzerindeki devrimci iktidarıdır. Proletarya diktatörlüğünün öteki devlet biçimlerinden farkı ise onun geçici karakterinde yatmaktadır. Bu geçiş devletinin amacı da kendisinin var olmasını gerektiren sınıfsal zemini ortadan kaldırmaktır. Proletarya diktatörlüğü, başka bir açıdan ifade edilirse, sosyalist iktidarın kurulması ve yerleşmesi ile sosyalist iktidar pratiğinin hayata geçtiği süreçlerinin tamamıdır. Bu anlamıyla proletarya diktatörlüğü ile Marks’ta yerleşiklik kazanmış bir kavram olarak bulunmayan sosyalizm, Marksist-Leninist öğretinin gelmiş olduğu noktada bir ve aynı şeydir.
Proletarya diktatörlüğünün nasıl somutlanacağını ve kesin olarak neden gerektiğini ise Marx’ın Paris Komünü incelemelerinde bulmak mümkündür. Marx, bu deyimi Komün deneyimi için kullanmamış olsa da Engels, Paris Komünü’nün yirminci yıldönümü için kaleme aldığı metinde, proletarya diktatörlüğünün nasıl olacağını merak edenlere Paris Komünü’ne bakmalarını salık vermektedir. Marx, belli oranlarda idealize edilmiş bir Komün deneyimi üzerinden yaptığı değerlendirmede “kapitalizmden çıkıp geldiği haliyle komünist toplum”un inşası için devletin ilk başta neden gerekli olduğunun altını çizer. Özellikle Fransa’da İç Savaş (1871) çalışmasında Marx, daha sonra Karl Kautsky ile sosyalist iktidarın yapısı üzerine polemiğe giren Vladimir İliç Lenin tarafından da sıkça alıntılanan bir dizi tespit yapmıştır. Bunların özü, proletaryanın öncelikli görevinin var olan devlet aygıtını parçalamak olduğudur. Parçalamaktan kasıt, tümüyle ortadan kaldırmak değil, Marx’ın deyişiyle, baskıcı nitelik taşıyan organlarının kesilip atılmasıdır. Bir başka biçimde söyleyecek olursak, proletaryanın iktidarı, devletin iktisadi ve yönetsel işlevlerinin devrimcileştirilmesidir. Engels’in belirttiği gibi, bunun nedeni, proletaryanın iktidarını kalıcılaştırmak için hazır bulduğu bu tek organizasyonu kendi acil çıkarları için kullanma ihtiyacıdır. Buna göre, Marx’ın idealize edilmiş komün yapılanması, genel seçimle belirlenen yerel komünlerden hiyerarşik biçimde “ulusal komün”e uzanan bir zincirdir. Ulusal komünün üzerindeki temel görev, merkezi hükümetin “az sayıda ancak önemli görevlerini” yerine getirmektir. Bürokrasinin ücretleri işçi sınıf ücretlerinin üzerinde olmayacaktır. Halk silahlandırılacak, mevcut ordu lağvedilecektir. Polis, yalnızca komüne karşı sorumlu hale getirilecektir. Kilise devletten ayrılacaktır. Eğitim parasız hale gelecektir. Hakimler genel oy ile seçilecektir. Bu sayılanları, Marx ve Engels’in Komünist Parti Manifestosu’nda sunduğu ve bazıları bu acil görevlerle örtüşen maddelerle beraber okuduğumuzda aslında sosyalist iktidarın evrensel programının iskeleti ortaya çıkmaktadır.
Marksizm’in kapitalizm sonrası devlet öngörülerine ilişkin son nokta, devletin ortadan kalkmasına ilişkindir. Marksist klasiklerde bu konu üzerine uzun analizlere rastlamak mümkün değildir. Bu spekülatif başlığa yakından bakıldığında Marx ve Engels arasında dahi konuya ilişkin belli farklılıkların olduğu görülmektedir. Türkçede genellikle sönümlenmek olarak kullanılan fiil (Almanca: absterben, -das Absterben des Staates-, İngilizce: to wither away, to die out, The withering away of the state) aslında Engels tarafından 1878 tarihli Bay Eugen Dühring’in Bilimde Yaptığı Devrim (Anti-Dühring) adlı çalışmada kullanılmıştır. Engels, açık bir biçimde devletin lağvedilmeyeceğini, kendiliğinden sönümleneceğini, öleceğini ifade eder. Engels, daha sonra Sosyalizm: Ütopik ve Bilimsel adıyla yeniden yayımlanan bu bölümde “er stirbt ab” (ölür) ifadesini yumuşatarak “er schläft ein” (uyur) haline getirmiştir. Oysa Marx, Fransa’da İç Savaş’ta ve ardından Bakunin’in Devlet ve Anarşi (1873) başlıklı çalışması hakkında almış olduğu notlarda (“Konspekt von Bakunins ‘Staatlichkeit und Anarchie’” 1874-5) devletin “siyasi işlevi ve zor aygıtı” ile “idari mekanizmaları” arasında bir ayrım gözetmiştir. Marx’a göre sınıfların ve buna bağlı olarak ikincil çelişkilerin ortadan kalkması ile birlikte devletin siyasal karakterine ve zor aygıtına gerek kalmayacaktır. Bakunin’e dair notlarında Marx, açık biçimde “kelimenin bugünkü siyasal anlamıyla devletin kalmayacağını” belirtmektedir. Devletin sönümlenmesi hakkında de en bilinen değerlendirmelerini Marx, Gotha Programı’nın Eleştirisi - Alman İşçi Partisi’nin Programı İçin Kenar Notları adlı çalışmasında yapmıştır. Fakat buradaki vurgular da çelişkilidir. Zira, bir noktada Marx, “komünist toplumdaki devlet”ten söz ederken, başka bir yerde programda geçen “demokratisch” sözcüğünün Almanca’daki diğer karşılığının “volksherrschaftlich” yani halk iktidarı olduğunu hatırlatır ve bunun yine bir biçimde iktidara işaret ettiğini söyleyerek bu kavramın kullanılmasının sakıncasına değinir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, Marx’ın kendi yazdıklarında bu konunun “kenar notları” ya da Konspekt olarak adlandırılan sistematize edilmemiş yazılarda gündeme gelmesidir.
Devlet ve devletin sönümlenmesi sorunu, Birinci ve İkinci Enternasyonal arasındaki yarılmadan sonra İkinci Enternasyonal ile Üçüncü Enternasyonal arasındaki yarılmada da yoğun biçimde ortaya çıkmıştır. Özellikle hemen Bolşevik Devrimi öncesinde yazılmış Devlet ve Devrim broşüründe Lenin, bu konuda Engels’in değerlendirmelerine dayanan özel bir altbölüm kaleme alma ihtiyacını duymuştur.
Marx’ın ele aldığı bir diğer devlet modeli ise Şarkî (ya da, Doğulu) devlettir. Bu devlet, doğu toplumlarında özel mülkiyet gelişmediğinden, bir sınıftan çok kişi ya da hanedanın egemenliğinin aracı olarak belirir. Marx’ın 1870’li yıllara denk gelen Asyatik üretim tarzı ya da şark despotizmi üzerine yazıları bu devletin doğasına ilişkin ön kabullerine dayanır. Bunların –her ne kadar Marx tarafından kaleme alınmış olsa da– Marx’ın tarihsel materyalizm anlayışı ile ne kadar uyumlu olduğu tartışılabilir. Bu devlet tiplerine ek olarak, Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’nde devleti üretim biçimleri ile ilişkilendirerek üç tip devlet tanımlamıştır: Köleci devlet, feodal devlet, kapitalist devlet. Açıktır ki, bu sınıflandırma devletin sınıflar mücadelesi ile olan ilişkisine ve dolayısıyla tarihselliğine gönderme yapmaktadır.
Marx, devlet üzerine tek başına bir çalışma yapmamıştır. Bunun bir anlamı, devletin bir tarihsel bütünlüğün parçası olarak görülmesidir. Gerçekten de Kapital’in 1857 tarihli ilk taslağı da buna işaret eder. Bu taslakta altı ciltten oluşması öngörülen Kapital’in dördüncü cildinin devlet üzerine olması planlanmıştır. Bu demektir ki, Marx’ın niyeti bir organizasyon olarak (kapitalist) devletin sermayenin oluşması, dolaşımı, birikimi ve yeniden üretimi sürecinde, yani kısaca kapitalizmin bütünlüklü analizi içinde tuttuğu yeri gösterebilmektir. Bu konudaki sessizlik, daha doğru bir anlatımla, değiniler ardından ilk deneme Rosa Luxemburg’un Sermaye Birikimi (1913) adlı çalışmasıdır.
Lenin’in devlete (hem kapitalist devlete hem de proletarya diktatörlüğüne) yaklaşımı ise Kautsky ile girmiş olduğu polemik içinde belirginlik kazanmış ve hatta şekillenmiştir. Kautsky’in proleterlerin kurtuluşunun kapitalist devlet mekanizmalarının azami ölçüde kullanılmasına bağlı olduğu, kapitalizmin tam olarak gelişmeden aşılamayacağı yönündeki reformist vurgularına Lenin karşı çıkmıştır. Lenin, hem Devlet ve Devrim’de (1917) hem de Proletarya Diktatörlüğü ve Dönek Kautsky’de (1918) Kautsky’in sınıf mücadelesinden bağımsız biçimde kurguladığı demokrasi ve devlet formülasyonlarını, “devletin sınıfsal bir baskı aygıtı olduğu” ve “proletarya diktatörlüğünün geçici karakteri” hakkındaki vurguları ile etkisizleştirmiştir. Her iki metnin arka planında yürüyen bir başka tartışma da Rusya’da Bolşeviklerin anarşistlere karşı verdiği mücadeledir. Devletin sönümleneceği, proletarya diktatörlüğünün özünde çoğunluğun iktidarı olduğu yönündeki vurgunun özellikle devrimin öngününde yazılan Devlet ve Devrim’de bu denli yoğun biçimde hissedilmesinin bir nedeninin de Rusya’da etkili olan anarşist harekete karşı verilen siyasal-ideolojik mücadele olduğu varsayılabilir. Bu bağlamda, Bolşeviklerin iktidar mücadelesi ve ardından “proletarya diktatörlüğünün Rusya’daki biçimi” olarak Sovyetler meşrulaştırılmaya çalışılırken, “bir sınıfın başka bir sınıfa karşı kullandığı zor aracı” biçiminde yapılan tanım, Lenin’de devletin asıl tanımı olarak sivrilmektedir.
Devletin bir sınıfın zor aracı olduğu, ilk bakışta, tek boyutlu bir tanıma işaret etmektedir. Devlet aynı zamanda bir sınıfın öteki sınıf(lar) üzerindeki egemenliğini meşrulaştıran aygıttır da. Rıza boyutu, İtalyan komünist Antonio Gramsci’nin Hapishane Defterleri’nin merkezi kavramı olan hegemonya incelenerek anlaşılabilir. Gramsci’ye göre, bir sınıf, egemenliğini yalnızca sahip olduğu zor örgütlenmesine başvurarak sürdür(e)mez. Egemen sınıf, kısa vadeli kolektif çıkarlarının ötesine geçebildiğinden, kurduğu ittifaklarla ideolojik ve siyasi olarak topluma liderlik ederek hegemonyasını kurar. Gramsci, bu ittifaklar bütününü tarihsel blok olarak adlandırır. Gramsci’ye göre tarihsel blok, belli bir toplumsal düzende, egemen sınıfın hegemonyasının yaratılıp, sürekli biçimde beslendiği kurumsal, ideolojik ve sınıfsal ilişkileri kapsar. Egemen sınıfın bu hegemonik konumunu koruması için kullandığı devletin zor aygıtı dışında kalan araçlar, Marksizm’in katı bir yapısalcı yorumunu sunan Louis Althusser tarafından ideolojik devlet aygıtları (İDA) olarak adlandırılmıştır. Egemen sınıfın devlet eliyle sendikalardan eğitim kurumlarına, dini yapılanmaya uzanan geniş bir düzlemde ideolojik önderliğini ve hegemonyasını nasıl oluşturup yeniden-ürettiğini anlamak için pedagojik olarak bu yaklaşım yararlıdır. Ancak rıza ve zor arasındaki diyalektik ilişkiyi kavramaktan uzak bir kavramsallaştırma olduğundan, İDA, hem egemen sınıfın nasıl yönettiği hem de devletin bu sınıfla ilişkisini kavramak hususunda problemler yaratabilmektedir. Zaten bu iki başlık, Batı Marksizmi’nin uzun süreli tartışmalarından birinin eksenini oluşturmuştur. Bu konular, egemen sınıfın devletle olan ilişkisine dair, başlıca katılımcıları Ralph Milliband, Nicos Poulantzas ve Ernesto Laclau olan kapitalist devlet tartışmalarını başlatmıştır. Bu tartışmanın ayrıntılarına bu madde altında değinemeyecek olsak da şunu söylemek gerekir: Devletin bir sınıfın zor aygıtı olduğu, egemen sınıf ile çeşitli dolayımlar sonucunda ilişkilendiği, zaman zaman ondan tümüyle özerkleştiği, bununla birlikte egemen sınıf ve mevcut üretim ilişkileri için meşruiyet üreten bir kurumsallık olduğu göz önüne alındığında rahatça söylenebilir ki, Marksizm’de “devlet kuramı” ile “ideoloji kuramı” bitişiktir.
Egemen sınıf ve devlet arasındaki ilişki yalnız kapitalizm koşullarında ortaya çıkan bir sorunsal değildir. Kuşkusuz, işçi sınıfının iktidarında da söz konusu sorunsal kendisini gösterecektir. Bu bağlamda Sovyet deneyimi proletarya diktatörlüğünün değişik biçimleri konusunda bilgilendiricidir. Sovyet deneyinden de gördüğümüz üzere kapitalist sınıf ve ilişkilerin fiziksel olarak bulunmadığı, ideolojik olarak da bu sınıfın etkisinin kırıldığı ortamda, proletarya diktatörlüğü bir zor aygıtı olmaktan çok, emeği ile geçinen çoğunluğun devleti haline gelir. Halkın çıkarlarına tabi kılınan sosyalist iktidarın bu aşaması “tüm halkın devleti” olarak adlandırılmıştır ve işçi sınıfının hegemonyasının kurumsallaşması anlamına gelmektedir. İşçi sınıfı ile devlet arasında kurulan ilişkiler, Sovyet deneyimine ilişkin olarak yapılan temel eleştirilerden birini oluşturmuştur. Trotskiy, Sovyetler Birliği’nde Stalin döneminde komünist partinin öncülük misyonunu yerine getiremeyecek oranda bürokratlaştığı saptamasından yola çıkarak Sovyetleri “yozlaşmış işçi devleti” biçiminde tanımlamıştır. Bu tanım, Marksist sınıf analizi açısından ciddi sorunlar içermektedir. Sorunun Trotskiy’nin tarif ettiği zeminde ele alınmasının güçlüğü kimi Troçkistler tarafından da kabul edilmiş ve bu sorunları giderebilmek Sovyetler Birliği bu kez bilimsel hiçbir dayanağı olmayan bir biçimde “devlet kapitalizmi” olarak tanımlanmıştır. Bu analizler, Sovyetler Birliği’ndeki sorunların özüne değinmekten uzaktır ve bu analizlerin Marksist yöntem ve kavramlarla olan ilişkileri de oldukça sorunludur.
Devletin Sönümlenmesi — (Alm. Das Absterben des Staates; Fr. L’extinction de l’Etat; İng.The withering away of the state) Toplumsal gelişmenin belirli bir aşamasında, baskı altında tutulacak bir toplumsal sınıf var olmadığında, sınıf egemenliğinden, üretim araçlarının özel mülkiyetinden ve üretimdeki anarşiden kaynaklanan hayat mücadelesi ve bundan doğan ihtilaflar giderildiğinde, özel bir baskı gücüne duyulan ihtiyacın ortadan kalkmasıyla birlikte yönetsel işlemlerin sınıfsal/siyasal niteliklerinin silinmesi; gereksizleşen devletin tedricen ve kendiliğinden kaybolması.
Genellikle düşünülenin aksine, devletin sönümlenmesi kavramı Marksist klasiklerde küçümsenmeyecek ölçüde ele alınmış ve tartışılmıştır. Engels devletin düşünülemeyecek bir zamandan beri var olmadığını, hiçbir devlet ve devlet gücü fikri bulunmayan, işlerini devletsiz gören toplumların yaşamış olduğunu belirttikten sonra devletin, toplumun sınıflara bölünmesine zorunlu olarak bağlı bulunan belirli bir iktisadi gelişme aşamasında, bu bölünme tarafından zorunluluk durumuna getirildiğini saptar. Kaçınılmaz bir biçimde ortaya çıkan sınıflar, yine kaçınılmaz bir biçimde ortadan kalkacak ve onlarla birlikte devlet de kaçınılmaz olarak yok olacaktır. İktisadi gelişme nasıl çıkrık ve tunç baltayı ancak antika eserler müzesinde anlamlı olabilecek bir gereklilik düzeyine ittiyse, üreticilerin özgür ve eşitçi birliği temelinde üretimin yeniden düzenlenmesiyle devlet makinesi de aynı şekilde bir kenara atılacaktır.
Marx da bunun “ancak ve ancak” komünist toplumun ileri bir aşamasında, bireylerin işbölümüne ve kafa emeğiyle kol emeği arasındaki çelişkiye kölece boyun eğişleri sona erdiği, emek yalnızca bir geçim aracı olmaktan çıkıp kendisi birincil yaşamsal gereksinim olduğu, bireyler çok yönlü gelişim sağladığı, üretici güçler arttığı ve bütün kolektif zenginlik kaynakları gürül gürül fışkırdığı zaman gerçekleşebileceğini açıklar. Hukuk iktisadi durumdan ve ona karşılık gelen uygarlık derecesinden daha ileri olamaz. Kapitalist toplumdan uzun ve sancılı bir doğum sonrasında hayata gelen ve kapitalist toplumun kusurlarını şu ya da bu ölçüde bağrında taşıyan komünist toplumun ilk aşamasında sınıflar da mevcuttur eşitsizlik de baskı da ve dolayısıyla devlet de. Devletsizlik, ancak ve ancak, komünist toplumun ileri bir aşamasında, “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” ilkesi hayata geçtiğinde, kendiliğinden doğacak bir sonuçtur. Doğal olarak gelişimin o aşamasında bir baskı aracına, toplumun belirli kesimlerine uygulanan örgütlü ve sistemli şiddete ve dolayısıyla devlete ihtiyaç yoktur. İnsanlar şiddet ve boyun eğme olmaksızın toplum halinde yaşamanın basit koşullarına uymaya alışmıştır; kamu görevleri siyasi/sınıfsal karakterini kaybeder, artık söz konusu olan basit yönetim görevleridir.
Marksistlerin devletin sönümlenmesi sorununa bakışlarını doğru anlamak için iki noktaya vurgu yapmak gerekir. Öncelikle, Marksizmde bir “devletin sönümlenmesi sorunu” yoktur. Devletin ortadan kalkması marksistler açısından bir hedef değil sonuçtur. Devletin yok olması bilinçli ve planlı bir operasyonun sonucunda gerçekleşemez; ancak belirli nesnel süreçlerin sonucu olarak izlenebilir. Devletin niteliği ve yapısı öznel müdahalelerle değiştirilebilirse de sönümlenme ve yok olma, öznesi olmayan, kendiliğinden ve uzun bir süreçtir.
İkincisi, sönümlenmesi beklenen devlet, burjuvazinin devleti değildir. Marksistlerin sınıfsal özünden bağımsız bir devlet karşıtlıklarının olmaması burjuva devletle barışık olma anlamına gelmez. Burjuva devletin sönümlenerek ortadan kalkması beklenemez. Burjuvazinin devleti kırılıp parçalanarak etkisiz hale getirilmeli, birçok kurumu ilga edilmeli, kimi kurumlarıysa burjuvaziyi yok etmede kullanılmak üzere yeniden şekillendirilmelidir.
Devletin sönümlenmesi başlığı ile ilgili önemli tartışmaların, üzerine vurgu yaptığımız bu iki noktaya ilişkin olduğu görülür. Tartışmalardan biri, Marksistlerle anarşistler arasındadır. Anarşistler 19. yüzyılın ortalarından itibaren Marksizmi devletin idaresini elegeçirmenin ötesinde bir perspektife sahip olmamakla eleştirmiş ve insanlığın kurtuluşunun devleti ortadan kaldırıvermekle mümkün olacağını savunmuşlardır.
Devlet ve devletin sönümlenmesi kavramlarının Marksistlerle anarşistler arasında tartışma konusu olması şaşırtıcı değildir. Bir kere öncelikle komünist ütopya ile anarşist ütopya arasından uzlaşmaz farklılıklar bulunur. Anarşist ütopya sınırsız bireysel özgürlüğü hedefler. Devlet, sınıfsal karakterinden bağımsız olarak, her türlü kötülüğün kaynağıdır. Devletin, merkeziyetçiliğin, her türlü otoritenin ortadan kaldırılması gerekir.
Marksistler açısından hedef sınırsız bireysel özgürlük değil, insanın çok yönlü gelişimidir. Bu çok yönlü gelişim ancak bir topluluk içerisinde mümkündür. Gerçek kişisel özgürlük, bu gelişimin sonuçlarından biridir ve dolayısıyla o da ancak bir topluluk içerisinde söz konusu olabilir. Devlet topluma dışarıdan zorla kabul ettirilmiş bir güç değildir. Toplumsal gelişmenin belirli bir aşamasının ürünüdür ve toplumun uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarına bölünmüşlüğü son bulduğunda gereksizleşerek yok olacaktır. Marksizm, devlet ve otorite gibi kavramların sınıfsal özünden bağımsız olarak anlaşılamayacağını savunur. Nitekim, Marksistler devlete sınıfsal özünden bağımsız olarak karşı değildirler. Sorun, devlet değil, toplumun sınıflara bölünmüşlüğüdür. Yok edilmesi gereken de budur.
Engels, anarşizmin son derece radikal ve yalın olup beş dakikada ezbere öğrenilebileceği için, özellikle Marksizmin sağlam kökler salamadığı ülkelerde ve topluluklarda popülerleştiğini söyler. Oysa, bu radikal maskenin altında devrimin sonsuza kadar ertelenmesi yatar. Bütün yönetim makinesinden, bütün devlet kurum ve kademelerinden bir anda vazgeçmeyi önermek gerçekte devrimi insanların değişecekleri güne ertelemekten başka bir anlam taşımaz. Oysa, devrime insanları değiştirmek için ihtiyaç duyulmaktadır ve devrim bugünkü insanlarla yapılmak durumundadır. İnsanların olgunlaşmalarını beklemenin hiç de radikal bir tutum olmadığı açıktır.
Devletin sönümlenmesiyle ilgili öteki önemli tartışma marksizm içi bir tartışmadır ve önce Alman sosyal demokratları ile Marx ve Engels arasında, sonrasındaysa yine Alman sosyal demokratlarıyla Rus komünistleri ve özellikle de Lenin arasında gerçekleşmiştir. Tartışmanın kökeninde Alman sosyal demokratlarının Marksist önermeleri Marksizme ve devrimciliğe uzak bir tarzda çarpıtmaları yatar.
Marksistlerin sınıfsal özünden bağımsız bir devlet karşıtlıklarının olmadığı ve devletin önünde sonunda sönümleneceği önermeleri, Alman sosyal demokrasisi tarafından sınıflar arası uzlaşmanın gerekçesi olarak sunulur. Marksistlerin amacı devleti yok etmek değilse ve devlet zaten sönümlenecekse, o halde sosyalizme barışçı yoldan geçmek de mümkün ve hatta doğru olan tercihtir. Yapılması gereken bu kez de işçilerin çoğunluk olmalarını beklemekten ibarettir. Çoğunluk olan işçiler iktidarı ele geçirecek ve sosyalizm için yapılması gereken de demokrasiyi işletmek olacaktır.
Oysa, Marksistler açısından devletin sönümlenecek olması, ne devrimi ne de devrimin içereceği şiddeti gereksizleştirir. Marx ve Engels, özellikle Paris komünü deneyimi sonrasında sürekli olarak, işçi sınıfının hazır bir devlet aygıtını ele geçirip onu kendi hesabına kullanmakla yetinemeyeceğini vurgulamışlardır. İşçi sınıfı, devleti burjuvaziye karşı özel bir şiddet örgütü olarak kullanacaktır ve bu yüzden de proleter devletin kurulma aşamasında, burjuvazinin daha önce kendisi için meydana getirmiş olduğu devlet makinesinin kırılıp parçalanması zorunludur. Burjuvazinin alaşağı edilmesini, dolayısıyla burjuva devletin yıkılmasını konu edinmeyen bir sınıflar mücadelesi söz konusu olamaz. Sönümlenme, sosyalist devrimden sonraki çağın konusudur. Kapitalizm koşullarında devletin sönümlenmesini beklemek, devrimin inkârıdır ve sınıf uzlaşmacılığının bir aracıdır.
Lenin sorunları doğru anlamak için bir Marksistin hiç bıkmadan aynı soruyu sorması gerektiğini belirtir: “Hangi sınıf için?”
“Devlet bir baskı aracı mıdır? Evet. Öyleyse devlet kötüdür.” türü bir akıl yürütme Marksistler açısından mantıksızdır. Devletin baskı aracı olduğunu saptayan Marksist, buradan bir sonuca varmadan önce sormalıdır: “Hangi sınıf için?”
Devlet, iktidardaki sınıfın öteki sınıflar üzerindeki baskı aracıdır. İktidarda burjuvazi varsa, güncel görev, devlet makinesinin kırılarak işlevsizleştirilmesi, kimi devlet kurumlarının lağvedilmesi, kimilerininse bambaşka bir içerikle yeniden şekillendirilmesidir. Bu başarılmışsa ve iktidarda proletarya varsa, güncel görev, burjuvazi üzerindeki baskıyı daha etkili kılacak ve daha hızlı sonuç verecek şekilde devletin tahkim edilmesidir.
Marx ve Engels’in devletin sönümlenmesiyle ilgili konulardaki değerlendirmelerinde kapitalist toplumdan komünist topluma öngörülemez uzunlukta bir geçiş döneminin zorunlu olmayacağını düşündükleri görülür. Bir yandan, işçi sınıfı tüm gelişmiş ülkelerde siyasi ağırlığını hızla artırmaktadır. Öte yandan, komünist toplumun birçok öncülü kapitalizm koşullarında oluşmaktadır. Genel eğitim, yaygın iletişim ve ulaşım ağı, büyük fabrikalar bu öncüllerden bazılarıdır. Dahası, kapitalizm idari devlet görevlerini basitleştirirken temel eğitim almış bireylerce rahatlıkla yürütülebilir hale getirmektedir. Kapitalizm koşullarında disiplin ve formasyon kazanan işçiler için bu basit idari görevlerin altından kalkmak kolay olacaktır.
Ancak, izleyen yakın dönemde geçiş döneminin öngörüldüğü gibi kısa olmayacağı açıkça ortaya çıkar. Komünist toplumun ileri aşamasına ve giderek devletsizliğe geçiş için iki zorunlu önkoşula dikkat etmek gerekir. Bir kez, gerekli sosyo-ekonomik ve ideolojik gelişkinlik dünya çapında eşanlı olarak sağlanmış olmalıdır. İkincisi, söz edilen biçimde devletten kurtulacak olan yeni kuşakların yeni ve özgür toplumsal koşullar içinde yetişmiş olmaları gerekir. Emperyalizm çağında bu koşulların sağlanmasının uzun bir zaman alacağı açıktır. Lenin gerek dönemi ve emperyalizmi doğru tahlil ederek, gerekse bu tahlilden çıkan sonuçları başka başlıklara ve özellikle de devlet tartışmalarına doğru yansıtarak ilgi ve vurguyu devletin sönümlenmesinden geçiş döneminin devletine, proletarya diktatörlüğüne kaydırmıştır.
Bugün de Türkiyeli Marksistler, kapitalizm koşullarında gündemde olan sorunun devletin ortadan kaldırılması değil, kapitalistlerin mülksüzleştirilmesi olduğunu savunur.
İşçi sınıfı iktidarı aldıktan sonra da cevap bulunması gereken soru, iktidarın ve devletin nasıl tasfiye edileceği değil, nasıl etkili ve üretken kılınacağı, sömürücü sınıf ve ideolojilerin varlık zeminlerinin en hızlı nasıl ortadan kaldırılacağı olacaktır.
Marksistlerin amacı ileriye doğru sürekli gidişi sağlama bağlamaktır. Marksistler komünizme geçişi hızlandıracak uygun toplumsal koşulları oluşturmak için mücadele ederler. Komünizme geçiş için öncüller oluştuktan, üretici güçlerde büyük bir gelişme mümkün hale geldikten sonra, komünizme geçişin ve devletin sönümlenmesinin ne zaman tam olarak gerçekleşeceğini söylemek gerekli değildir. Yapılması gereken ve yapılabilecek olan uygun zeminin yaratılmasıdır.
Diadokos'lar — Büyük İskenderin ölümünden sonra iktidar için birbirleriyle amansız bir savaşa tutuşan generalleri. Bu savaşım sırasında (MÖ 4. yüzyılın sonundan 3. yüzyılın başına dek sürmüştür), İskender'in İmparatorluğunun oturmamış askeri ve idari birliği birkaç bağımsız devlete bölündü.
Diyalektik -- Kavramlar arasındaki karşıtlık ilişkisinden yola çıkarak bunu doğruya varan süreçlerin açığa çıkarılmasında bir ilke olarak kullanan düşünme ve araştırma yolu.
Diyalektik düşüncenin başlangıcı, doğayı ve evreni oluşturduğu düşünülen ateş, hava, su, toprak gibi ilk öğelerin (arkhe) aralarındaki karşılıklı çatışma-dönüşme ilişkileri biçiminde, Sokrates öncesi fizikçilerde görülür. Daha sonra şeylerin karşıtlarından yola çıkarak var olmaları ve gene karşıtları içinde yok olmalarını ele alan Herakleitos, diyalektiği evrenin etkin bir ilkesi olarak düşünmenin öncüsü oldu. Aristoteles’e göre, bazı kabullerden yola çıkarak usavurma yoluyla bunları saçmaya indirgeyerek karşıtlarını kanıtlama tekniği anlamında diyalektiğin kurucusu Elealı Zenon’du.
Diyalektiği bir yöntem olarak ilk kullanan ise Sokrates’tir. Sokrates için diyalektik, karşılıklı, karşılıklı soru-yanıt yoluyla kavramlara açıklık getirme yöntemidir. Karşı tarafın yanıtından yola çıkarak bunun gene onun düşünceleri açısından tutarsız ve çelişik olduğunu göstermek, yöntemin ilk aşamasıdır. Bundan sonra karşılıklı soru- yanıtlarla, tartışma konusu kavram çeşitli açılardan ele alınır, açımlanır.
Sokrates’in açıklama yöntemini belirli bir varlık görüşüne bağlayan Platon, diyalektiği bilgi görüşüne dayalı bir eğitim yöntemi olarak geliştirdi. Ona göre diyalektik, bir varlık sıralaması içinde en alt düzeyden gittikçe yükselerek sonunda idea’lara varmak için izlenen bir öğretme ve öğrenme sürecidir.
Yeniçağ felsefesinde diyalektik terimini ilk kullanan Kant’tır. Kant’a göre diyalektik yanılgını mantığıdır; kendi halindeki us, bazı usavurma işlemlerini mantıksal sınırlarına kadar götürüp sonunda kendisiyle çatışma içine düşer. Ortaya çıkan antinomileri (çatışkıları) gidermek içinse Kant’ın “transandantal diyalektik” adını verdiği yöntem uygulanır; iki karşıt sav arasındaki çatışma, hem tezin, hem de antitezin karşıtının olanaksızlığı kanıtlanarak giderilir. Böylece Kant için diyalektik, hem usun içine düştüğü doğal bir yanılgı biçimi, hem de bunu düzeltmek için kullanılacak bir eleştiri ve yanlış gösterme yöntemi haline gelir.
Diyalektik anlayışının temelinde yatan üçlü düşüncesini Kant’tan alan Hegel, buna bambaşka bir anlam yükledi. Hegel’e göre, gerçekleri oluşturan kavramların her biri karşıtını kendi içinde taşır. Düşünce, bir kavramdan (tez) onun içindeki karşıtına(antitez) bundan da yeniden karşıtına (yani ilk kavrama) dönmekle, diyalektik hareket içinde, iki kavramın birliğini oluşturan üçüncü kavrama (sentez) ulaşır. Bu süreç, düşüncenin kendisini kavramasını sağlayan bilinç içeriğini artırır. Hegel’e göre diyalektik, varlığı belirleyen düşüncenin kendi süreci olduğu gibi dünya tarihinin de oluşum ilkesidir.
Diyalektik usavurmayı Hegel’den ve Sokrates öncesi filozoflardan alan Karl Marx’a göre diyalektik tarihsel bir süreçtir;;; ekonomik temelli bazı toplumsal oluşumların zaman içinde karşıtlarını üretmeleri, karşıtların giderek çatışmaya dönüşmesiyle de yeni oluşumun etkisini ortadan kaldırması biçiminde yürür.
Diyalektik kavramı günümüzde, metafizik teriminin tam karşıtı olarak yeni ve bilimsel bir dünya görüşünü dile getirir.
Diyalektik İdealizm - Hegel’in idealizmine diyalektik idealizm denir. Hegel, tarihin ve düşüncenin diyalektik bir süreç içinde geliştiğini savunmuş, dinden siyasete, mantıktan estetiğe kadar bütün alanlar için geçerli gördüğü bu sürecin Mutlak Tin’e ya da zihne (geist) varılmasıyla son bulacağını ileri sürmüştür. Düşüncenin özünde gerçeğin ancak bir bütün olarak kavranabileceği yatar. Diyalektik, görünürdeki bütün farklılıkların birliğe kavuştuğu metafizik bir süreç “mutlak” ise, var olan her şeyi kendinde toplayandır.
Varlığın diyalektik gelişim süreci, Hegel’in tin ya da zihin, bazen de idea dediği Geist’ın kendini belli bir amaca doğru geliştirmesi, özgürleşmesi sürecidir. Bu süreç içinde “idea” diyalektiğin üçlü aşamasından geçer. İlk aşamada “idea” kendi içindedir ve henüz bir olanaktır. Kendini gerçekleştirmesi için ikinci bir alan gerekir, bu da doğadır. Ama “idea” doğada kendi özüne aykırı bir duruma düşer, kendine yabancılaşır. Bu aykırılıktan üçüncü aşama olan kültür dünyasında kurtulabilir. Doğada “idea”yı yönlendiren yasa olan zorunluluğun yerini üçüncü aşamada özgürlük alır; özgürlük, tinin devlet, sanat, felsefe ve din gibi, bireylerin üstündeki bazı kurumlarda ve o kurumlarla kendini gerçekleştirmesidir. Bu son aşamada da tin üç basamak içinde kendini geliştirir. İlk basamak “öznel tin” dir ve tek tek insanların yaşamındaki henüz tamamlanmamış idedir. İkinci basamak “nesnel tin”dir ve burada kendini toplum, tarih devlet olarak gerçekleştirir. Üçüncü basamak ise “mutlak tin” dir ve burada tam bilincine ulaşarak kendini sanat, din ve felsefe ile ölümsüz kılar.
Diyalektik idealizm yani Hegelci diyalektik, nesneleri soyutlayarak her birini kendi başına ve değişmez özellikleri olan birimler olarak gören “metafizik” düşünce biçiminin tersine, nesneleri hareket ve değişimleri, karşılıklı ilişkileri ve etkileşimleri içinde ele alır. Her şey sürekli bir oluş ve yok oluş süreci içindedir. Bu süreç içinde hiçbir şey sürekli değildir; her şey değişir ve yerini başka bir şeye bırakır. Bütün şeyler çelişkili yanlar ya da yönler içerir. Bu yönler arasındaki çatışma değişimin itici gücüdür ve sonunda şeylerin değişime uğramasına ya da ortadan kalkmasına yol açar. Hegel değişme ve gelişmeyi doğada ve toplumda somutlaşan “mutlak tin”in ya da ideanın bir dışavurumu olarak görür.
Diyalektik Materyalizm - Doğada ve tarihte belirleyici olan süreçlerin, kendi içlerindeki karşıtlık yoluyla oluştuğunu ve bütün olayların bu maddi temelli ilişkilerle açıklanması gerektiğini savunan felsefe görüşü. Tarihsel materyalizm ile birlikte Marksist dünya ve tarih görüşünü oluşturur. Marx ve Engels’e göre materyalim, duyularla algılanabilen maddi dünyanın zihin ya da ruhtan bağımsız nesnel bir gerçeklik olarak ele alınmasına dayanır. Marx ve Engels zihinsel ya da ruhsal süreçlerin varlığını reddetmemişler, ama düşüncelerin temelde maddi koşuların ürünleri ve yansımaları olduğunu savunmuşlardır. Maddeyi zihin ya da ruha bağımlı olarak ele alan, zihin ya da ruhun maddeden bağımsız olarak var olabileceğini savunan bütün kuramları ise, maddeciliğin karşıtı olarak gördükleri idealizm altında toplamışlardır. Onlara göre, maddeci ve idealist görüşler felsefenin tarihsel gelişimi boyunca uzlaşmaz bir karşıtlık içinde olmuştur. Bu nedenle materyalizm ve idealizmi birleştirmeye ya da uzlaştırmaya yönelik bütün çabaların kaçınılmaz olarak karışıklık ve tutarsızlığa yol açacağını savunan tam bir maddeci yaklaşımı benimsemişlerdir.
Marx ve Engels kendi diyalektik anlayışlarını büyük ölçüde Hegel’in görüşlerinden yola çıkarak geliştirmişlerdir. Hegel değişme ve gelişmeyi doğada ve toplumda somutlaşan Mutlak Tin’in ya da İdea’nın bir dışavurumu olarak görürken, Marx ve Engels değişimi ve gelişimi maddi dünyanın doğasında var olan bir özellik olarak görürüler. Bu nedenle Hegel’in yaptığı gibi olayların gerçek akışının “diyalektiğin ilkeleri”nden çıkarsayamayacağını, ilkelerin olaylardan çıkarılması gerektiğini savunurlar.
Marx ve Engels’in bilgi kuramının çıkış noktası, bütün bilgilerin duyular yoluyla elde edildiği maddeci öncüldür. Ama bilgiyi yalnızca verili duyu izlenimlerine dayandıran mekanik görüşün tersine bu kuram, pratik çalışma sürecinde toplumsal olarak elde edilen insan bilgisinin diyalektik gelişimini vurgular. İnsanlar nesnelere ilişkin bilgileri yalnızca bu nesnelerle pratik etkileşim içinde ve pratiklerine denk düşen düşünceleri biçimlendirerek edinirler. Düşüncelerin gerçekliğe uygunluğunun, yani doğruluğunun sınanmasını sağlayan tek araç toplumsal pratiktir. Bu bilgi kuramı, kendinde şeylerin yaratıcılığından dolayı insanların yalnızca duyumlanabilir görüntüleri bilebileceğini öne süren öznel idealizme ve duyular üstü gerçekliğin duyulardan bağımsız saf sezgi ya da düşünce ile bilinebileceğini öne süren nesnel idealizme yanı ölçüde karşı çıkar.
Diyalektik materyalizm: doğa, toplum ve bilinç olgularını evrensel bir varlık anlayışı içinde bütünler ve bu bütünlüğün aynı çelişme yasasıyla geliştiğini meydana koyar. Diyalektik idealizm, gelişme olgusunun genel yasalarının bilimidir, öylesine ki bilimsel gelişme olgusunu bütün öğretiler içinde tek başına temsil eder. Her bilim, gerçeğin farklı alanlarındaki gelişmesini ancak o alanda geçerli yasalara bağlar, diyalektik materyalizm bizzat gelişme olgusunu genel yasalara bağlar. Bu genel yasalar, kurgusal varsayımlar değil; bizzat doğanın, toplumun ve işleyişinden çıkarılmış ve onlara uygulanarak denetlenmiş ve doğrulukları saptanmış bilimsel yasalardır. Bu yasalar, karşıtların birliği ve savaşı yasası, nicelikten niteliğe ve nitelikten niceliğe geçiş yasası, olumsuzlanmanın olumsuzlanması yasası adlarıyla anılırlar. Bu yasalar, evrende var olan her şeyin bizzat nasıl devinip geliştiğinin, süreklilikte kesintinin ve karşıtlıkların birdenbire dönüşümlerle, nasıl aşıldığının, eskinin yıkılıp yeninin nasıl oluştuğunun anahtarını verir. Diyalektik idealizm, hem bilme ve hem de yapmanın öğretisi olmakla, kuramla kılgının ( teoriyle pratiğin) bağımlılığını da ortaya koymuştur. Kuramsız kılgı ve kılgısız kuram olmaz. Kılgı kuramla başarılı olabildiği gibi kuram da kılgıdan yansır.
Dil ve Lehçeler - Dünya üzerinde göçler arttıkça, kültürler karıştıkça yeni diller türüyor. Ama insanoğlu dillerin tam olarak ne zaman ve nasıl ortaya çıktığını hala bilmiyor.
İncil'deki göndermeler dışında dillerin nasıl ortaya çıktığına dair pek bir bilgi yok. Adem ile Havva'nın bile ne dil konuştuğu bilinmiyor. Bugün dünyada 2 bin 7 yüz dil ve 7 binden çok lehçe var. Sadece Hindistan'da 365 ve Afrika'da bin farklı dil konuşuluyor.
Yazı ise M.Ö. 4 yüzyılda Mezopotamya bölgesinde Sümerler tarafından keşfedildi. Sümerler ve Babiller bir saati 60 dakikaya ve bir dakikayı 60 saniyeye bölüp, bugün kullandığımız saat sistemini buldular.
Bugün dünyada 2 bin 7 yüz dil ve 7 binden çok lehçe var. Sadece Hindistan'da 365 ve Afrika'da bin farklı dil konuşuluyor. En zor öğrenilen Kuzeybatı İspanya'da ve güneybatı Fransa'da kullanılan Baskların dili, dünyadaki hiçbir dile benzemiyor. Mandarin, İngilizce'den sonra dünyada en çok insanın konuştuğu dil. Ama ülke dili olarak en çok kullanılan ikinci dil İspanyolca.
En yeni dil güney Afrika'da kullanılan Afrikaan dili. 17. yüzyılda Roma Katolik Kilisesinin zulmünden kaçan Hollandalı ve Alman Protestanlar 18. yüzyılda Afrika'nın güneyine yerleştiler ve 20. yüzyılın başlarında Flamanca ve Almancanın ağırlıklı olduğu ama diğer dillerden de etkiler alan yeni Afrikaan dilini geliştirdiler. Bu dil, neredeyse 90 yıl içinde en çok konuşulan ikinci dil halini aldı.
Kültürler buluşup karıştıkça yeni diller ortaya çıkıyor. Modern ulaşım ve ticaretin neden olduğu küçük yerleşim birimlerinden büyük şehirlere göç, tüm dünyada dillerin gelişimini etkiliyor. Örneğin Londra'da 700 farklı dil konuşuluyor. New York, Los Angeles, Mayami ve Singapur için de aynı şey geçerli. İnternetin sağladığı kültürler ve bölgeler arasında serbest iletişimin de dilleri etkileyeceği kesin.
Dünyanın en küçük ülkesi Vatikan, Latince'nin resmi dil olarak kabul edildiği tek ülke. Tüm yurttaşlarının aynı dili konuştuğu ülke Somali… Kuzey Afrika'da yaşayan Berberilerin konuştukları dil ise sadece sözlü.
Dış geçerlik [Sosyal Bilimlerde Araştırma Yöntemleri] – Deneysel sonuçlara dayanarak yapılan çıkarsamaların “gerçek” dünyaya genelleştirilememe olasılığı.
Dietzgen, Joseph(1828- 1888). – Sepici işçi. 1864’ten 1869’a kadar Saint Petersbourg’da bir deri fabrikasını yönetti. Sonra Siegburg’da zanaatçı olarak yaşadı. 1884’ten başlayarak da New York ve Chicago’da gazeteci olarak yaşadı. Marx ve Engels’ten tamamıyla bağımsız olarak, diyalektik materyalizme yaklaşan br bilgi anlayışı geliştirdi. Başlıca yapıtı Zihni Çalışmanın Özü’dür(1869).
Diderot, Denis(1713-1784). – Fransız filozofu ve yazarıdır. Ansiklopedi’nin(1751-1772) başlıca yazarıdır. Başkaca, Görenler için Körler Üzerine Mektup’u yazdı, bu kitap Vincennes’de hapsedilmesine neden oldu, Doğa Çocuğu(Piç), Aile Babası. Rusya’da Katerine II’nin yanında kısa bir süre kadıktan sonra Kaderci Jacques’ı, Dindar Kadın’ı, Rameau’nun Yeğeni’ni yazdı. Diderot, materyalist ve tanrıtanımaz idi. Doğaya boyun eğmek, iyilikçi olmak, işte tek ahlaki ödev buydu.
Dogma - Her türlü inceleme ve eleştirmenin üstünde tutulan, doğruluğu denemesiz ve tartışmasız kabul edilen ve değişmez sayılan düşünce... Genellikle dinlerin saltık gerçeklik olarak ileri sürdükleri ve bağlılarından tartışmasız inanılmasını istedikleri genellikle dinsel ilkeleri dile getirir. Örneğin Tanrı’nın evreni yarattığı böylesine bir dogmadır.
Dogmatizm - Din ya da yetkelerce ileri sürülen düşünce ve ilkeleri kanıt aramaksızın, incelemeksizin ve eleştirmeksizin bilgi sayılan anlayış... Temelde skolâstik bir anlayıştır, günümüzde değişme ve gelişmeyi yadsıyan öğretileri ve anlayışları adlandırır. Özellikle metafizik öğretilerin tümü inakçı (dogmatik) öğretilerdir. Deney alanının dışında kalan bütün savlar inakçı olmak zorundadır. Bu zorunluluk Tanrı sözünden başlayıp Aristoteles’in sözüne kadar genelleşmiştir. Örneğin Ortaçağ Hıristiyan kültüründe herhangi bir kuralın gerçek sayılması için Aristoteles’in söylemiş olması yeterli sayılıyordu. Dogmatizmin zorunlu sonucu zorbalıktır. Deneylerle tanıtlanamayan kurallar, engizisyon işkenceleriyle tanıtlanmaya çalışılmıştır. Dogmatizm, suçlu olmayanın ateşe atılsa bile yanmayacağı inancına kadar varmıştır. Bundan da ateşe atılınca yanan kişinin suçlu olduğu sonucu çıkarılmıştır. İnak(dogma)’ın inan’dan farkı, inan’ın asla tanıtlanamayacak olanı kabul etmesine karşılık, inak’ın herhangi bir yetkeye bağlanan bir veriyi tanıtlamış olarak kabul etmesidir. Örneğin ortaçağ skolâstiğinde herhangi bir sözü Aristoteles’in söylemiş olduğunu tanıtlamak, o sözün doğruluğunu tanıtlamak demekti. Herhangi bir sistemde değişmez formüller düşlemek, bir düşüncenin tartışmasız kabulünü istemek, bilginin bağımlılığını göz önüne almaksızın her zaman ve her yerde geçerli saltık bilgiler olduğunu ileri sürmek inakçılıktır.
Dogmatikler – Dogmatikler; Bilginin imkânsız olduğunu iddia eden kuşkucu bakış karşısında bilginin kaynağı tartışmasına hiç girmeden bilginin kesinlikle mümkün olduğunu iddia ederler. Dogmatiklere göre, doğru herkes için geçerli bir bilgi türüdür. Doğru bilginin neden ve nasıl olanaklı olduğunu açıklama ihtiyacı duymazlar ve bilginin olmadığından asla şüphe etmezler. Bilginin duyu, deney, akıl, sezgi, gözlem, vahiy, olgu... gibi yollardan elde edildiğini iddia ederler.
Doğalcılık [Sosyal Bilimlerde Araştırma Yöntemleri] – Alan araştırmasına, nesnel toplumsal gerçekliğin var olduğu ve bunun gözlenebileceği ve doğru rapor edilebileceği varsayımıyla yaklaşma.
Doğalcılık – Burada ne sözcük anlamında doğalcılık söz konusudur, ne de doğaya dönüş. Marx, insanın kendi öz doğasını yeniden bulmuş olduğunu, yabancılaşma bu kendinin belirmesi sonuçlarını bozup, nesneler dünyasını, insanın varlığının uzantısı yerine, düşman bir dünya durumuna getirmeden ve sonunda kendi insan doğasının yadsınmasına yol açmadan, kendi özsel güçlerini özgürce geliştirebileceğini söylemek ister.
Marx, burada, kuşkusuz Hess'in 21 Yaprak'taki "Eylem Felsefesi" başlıklı makalesinin şu parçasına anıştırmada bulunur:
"Maddi mülkiyet, tinin saplantı durumuna gelmiş kendisi için varlığıdır. Tin, emeği, emek aracıyla kendinin dışsal belirtisini kendi özgür eylemi, kendine özgü yaşamı olarak değil, ama maddi bakımdan ayrı bir şey olarak kavradığından, kendini sonsuzluk içinde yitirmemek, kendi kendisi için varlığına erişmek için, onu kendisi için korumak zorundadır da. Ama eğer tinin kendisi için varlığı olarak dört elle sarılıp tutulmuş bulunan şey, yaratma içindeki eylem değil de, sonuç ise, yaratılmış bulunan şey ise, eğer tinin kavramı olarak kavranmış bulunan şey onun gölgesi, tasarımı ise, kısacası onun kendisi için varlığı olarak kavranmış bulunan şey onun öteki varlığı ise, mülkiyet, tin için olması gereken şey, yani onun kendisi için varlığı olmaktan çıkar. Malik olma susuzluğuna götüren şey, varolma susuzluğunun yani belirli bireysellik olarak, sınırlı ben olarak, sonlu varlık olarak varlığını sürdürme susuzluğunun ta kendisidir. Sıraları gelince varolma ve malik olmaya götürmüş bulunan şeyler de, tüm belirlenimin yadsınması, soyut ben ve içi boş "kendinde-şey"in, eleştiricilik ve devrimin, yerine getirilmemiş ödevin sonucu olan soyut komünizmdir." (Moses Hess, Sozialistische Aufsätze, yayınlayan Zlocisti, Berlin 1921, s. 58-59.)
Doğrulama - Bir varsayım ya da önermenin doğruluğunu denetlemek için, deney ve mantıksal kanıtlama yoluyla yapılan işlemlerin tümü. Doğrulanabilirlik ilkesi: Önermelerin bilimsel anlam taşıyıp taşımadığını belirlemeye yarayan bir ilke. Buna göre bilimsel anlamı olan önerme, olgusal yoldan nasıl doğrulanabileceğini bildiğimiz önermedir.
Doğrulanabilirlik - Bilimde önermelerin olgularla doğrulanabilme niteliğidir.
Doğu Roma İmparatorluğu — Köleci Roma İmparatorluğundan 395 yılında ayrılmış bir devlet; merkezi Konstantinople (İstanbul) idi. Daha sonraları Bizans adını almıştır. Doğu Roma İmparatorluğu 1453'de, Osmanlılar tarafından istila edilinceye dek varolmuştur.
Druidler - Druidler kısaca Kelt rahipleri olarak tanımlanırlar. Druidlerin Kelt toplumu içindeki yerleri çok önemlidir. Toplumsal birçok olayda rol oynadıkları gibi dağınık olan Kelt kabileleri arasında birleştirici bir rol de oynuyorlardı.
Druid sözcüğünün kökeni de tartışmalıdır. Latince’de druidae şeklinde geçer. Bu sözcük hiç bir Kelt-Roma yazıtında bulunmadığı için orjinali bilinmemektedir fakat Galya dilinde druvis ya da druvids şeklinde olduğu tahmin edilmektedir. Eski İrlanda dilinde ise bu sözcük tekil olarak druí, çoğul olarak druid şeklindedir. Etimolojisi bilinmemekle beraber, Yaşlı Plinus bu sözcüğün Yunanca dràj (meşe) ve Hint-Avrupa kökenli wid- (bilmek) sözcüklerinden türediğini söylemektedir. Aynı şekilde Keltlerin kutsal yerlerinden (nemeton) bir olan Anadolu’da, Galatya’daki alanın adı da Drunemeton’dur.
DRUIDLER’İN TOPLUM İÇİNDEKİ YERLERİ VE ÖĞRETİLERİ:
Daha önce de belirttiğimiz gibi Druid öğretisi sözlü olarak yayıldığı için kesin hatları ile bilememekle beraber antik yazarlar ve eski Kelt metinlerinden yararlanarak Druid öğretisinin ana hatlarını çıkartabiliyoruz.
Daha önce de Caesar’ın verdiği bilgide gördüğümüz gibi Druidler bütün Kelt kabileleri arasında saygı görmekte idi ve toplumsal olaylarda, kabileler arasında yargılama ve karar verme hakları vardı. Strabon’un da aktardığı gibi savaşlarda “arabuluculuk yapabiliyorlar ve sona erdirebiliyorlardı”.
Druidler’in toplumsal görevlerinden biri de törenleri yönetmekti. Bir Druid töreninin en güzel betimlemesini Plinus vermektedir. Keltlere göre meşe kutsaldı, eğer meşe ağacı üzerinde ökse otu var ise bu onu çok daha kutsallaştırıyordu. Bu tören ise bir meşe ağacında yetişen ökse otunun bulunması üzerine düzenleniyordu. Tören için uygun zaman gelecek ayın altıncı günü olarak seçiliyordu ve bu gün için yemek ve kurban edilecek iki beyaz boğa hazırlanıyordu. Daha sonra meşe ağacındaki ökse otu altın bir orak ile druidler tarafından kesiliyor ve toplanıyordu. Daha sonra da boğalar kurban ediliyordu. Bu tören daha sonraları “yeni yıl” törenleri ile de ilişkili olduğundan, günümüzde “ yılbaşı çiçeği” diye satılan bitkilerin aslında ökse otuna benzedikleri ve bu geleneği yaşattıklarını görürüz.
Bazı antik çağ yazarları Druidlerin ayrıca insan kurban edildiği törenleri de yönettiklerini yazmaktadırlar.
Toplumsal statülerinin ötesinde Druidler’in en büyük işlevi gerek dini gerek toplumsal alanda büyük bilgi sahibi olmaları ve bunu yeni nesillere de aktarmaları idi. Kelt ülkesinin birçok bölgesinden, tanınmış Druidler’den eğitim almak üzere birçok öğrenci gelirdi. Bu özelliklerinden ötürü ola gerek, Pomponius Mela Druidler’i “Bilgeliğin Üsdatları” ( Magistri Sapientiæ ) diye adlandırır.
Daha önce de defalarca belirttiğimiz gibi Druidler öğretilerini kesin olarak sözlü aktarıyorlar ve adayın hafızasında tutmasını istiyorlardı. Ayrıca Druid öğretisine göre sözün bir enerjisi vardı ve dikkatli kullanılması gerekiyordu.
Antik kaynaklarda Druidlerin öğretileri farklılıklar göstermektedir. Caesar’ın da aralarında bulunduğu birçok yazara göre Druidlerin öğretileri metafizik öğretilerdi ve ruhun ölümsüzlüğü üzerine kurulmuştu. Daha önce de gördüğümüz Kelt mitlerinde olduğu gibi Druidler de ruhun bedenden bedene geçtiğini, çeşitli kalıplarda varlığını sürdürdüğünü ileri sürmektedir. Geleneksel anlatım bu inancı daha önce Tuân Mac Cairill öyküsünde gördüğümüz gibi sürekli metamorfozlar şeklinde sembolize ediyordu. Kelt efsanelerindeki “dev” motifi de aynı zamanda yabani, evrimleşmemiş olan kişiyi sembolize etmekteydi. Tuân Mac Cairill öyküsünde olduğu gibi balık ise metamorfozda ileri bir aşamayı sembolize ediyordu.
Metamorfozlar ile anlatılmak istenen en önemli olay ise, Druid öğretisinin temeli olan erginleme idi. Druidler’in yanına öğretiyi öğrenmek ve yetişmek için gelen adaylar belli sınavlardan geçerler, diğer erginlenmeye dayalı öğretilerde olduğu gibi ölüm ve yeniden doğma sembolizmi ile derece atlarlardı. Orta Çağ boyunca varlığını sürdürecek şövalyelik kurumunun da kaynağını Druid öğretilerinden aldığı düşünülmektedir.
Strabon Druidler’in ruhun ölümsüzlüğüne olan inançları ilginç bir açıklama yapmakta ve Druid inançlarına göre “Evrenin ve insanların ruhunun yok edilemez, hatta zaman zaman ateş ve su galip gelse de “ şeklinde inanıldığını belirtmektedir.
Ruhun ölümsüzlüğüne olan inançları, daha önce de belirttiğimiz gibi Druidlerin antik yazarlar arasında, Pythagorasçı olarak tanınmalarına neden olmuştur. Hallstatt döneminde, Keltler’in Grekler ile ilişkileri olsa da Druid öğretisi ve Kelt inançları Pythagorasçılık’tan farklıdır.
Diodorus’a göre ise Druidler “filozof ve teologlar”dır. Aynı zamanda tanrılar ile iletişim kurma yeteneğine sahiptirler.
Druid öğretisinin önemli bir bölümünü de astronomi ve takvim bilgisi teşkil etmektedir. Antik Çağ yazarlarının birçoğu buna değinmektedir.
Druidler’in bilgilerinin bir bölümü de şifalı otlar üzerinedir. Druidler’in bitkiler konusunda çok bilgili olduklarını ve ilaçlar hazırladıklarını biliyoruz. Bu bilgileri o dönem yazarları tarafından bilinmekle birlikte bazıları tarafından da büyücülük olarak yorumlanmıştır. Günümüze Asterix çizgi romanına kadar gelen “kazan kaynatan” druid imajı da buradan doğmaktadır.
Druidler’in tıp üzerine çalışmaları daha sonra eğer ‘doktor’ Hristiyan ise mucize, eğer Hristiyan değilse de büyü diye yorumlanmıştır.
Druid Öğretisinde Kutsal Yerler;
Druid öğretisine göre, evren üç bölümden oluşmuştu. Bunlardan birincisi üzerinde yaşadığımız toprak, ikincisi Fomorianlar’ın, hayaletlerin ve kaybolmuş ruhların bulunduğu yeraltı ve üçüncüsü Batı adalarının ve Avalon’un olduğu Görünmeyen Dünya ya da Öteki Dünya.
Keltlerin evrenin her üç bölümü için de değişik inanışları vardı.
Üzerinde yaşadığımız yerde daha sonra da göreceğimiz gibi en çok ağaçlar ve korular kutsaldı. Kutsal alanlar buralarda seçiliyor ve toplantılar buralarda yapılıyordu. Koruların dışında dağlar da kutsaldı. Druid öğretisine göre dağlar ilhamın geldiği, tanrısal varlıkların insanlarla konuştuğu yerlerdi. Birçok dağ ve tepe güneş tapımı için kullanılıyordu. Hıristiyanlığın gelişinden sonra da bu dağlar kutsallığını korumuştur. Örneğin Fransa’daki Mont-Saint-Michel önce güneş tapımı için kullanılan daha sonra da Hıristiyanlığın kutsal yerlerinden biri olan tepelere bir örnektir. Dağların Druidler için bir önemi de buralardan çok daha iyi astronomik gözlemlerin yapılabilmesidir. Bunlar dışında su kaynaklarının da kutsal olduğundan daha önce söz etmiştik.
Yeraltı dünyası ise daha gizemlidir. Yeraltı dünyasına açılan kapılar ise mağaralardır. Mağaralar birçok değişik inanca esin kaynağı olmuşlardır. Mağaralar solunum sistemine benzetilmiş, Keltler tarafından canlı olduğu kabul edilen yeryüzünün soluk alıp verdiği yer olarak düşünülmüştür. Bazı mağaralardan doğal olaylara bağlı olarak garip sesler gelmesi ise hem buralarda bilinmeyen canlıların yaşadığına hem de yeraltı ruhlarının varlığına kanıt sayılmıştır. Meşhur Fingal Mağarası da bu mağaralardan biridir. İskoçya’da bulunan bu mağaranın eski adı an Uaimh Binn , “Melodili Mağara” idi. Bu mağaradan gelen sesler - belki de kuş sesleri- öte dünyadan gelen sesler olarak yorumlanıyordu. İrlanda’da da bu tür mağaraların olması, İrlanda bardlarının “Mağaralar” adı verilen bir öykü dizisi oluşturmasına da kaynaklık etmiştir. Ne yazık ki bu öykülerden günümüze sadece bazı parçalar ulaşabilmiştir.
Mağaralar yeraltı dünyasına , “Periler Ülkesi”ne bir geçiş olarak kabul edildiği gibi bazı yeteneklerin de kazanıldığı bir yer olarak görülmüştür. Mağaralara girip çıktıktan sonra çalgısını ustalıkla kullanan çalgıcı öyküleri de bu inancın bir uzantısıdır. Aslında Druid öğretisine göre -elimizde çok fazla kanıt olmasa da- mağaraların aslında bilinçaltını ya da insanın kendi içine yapılan yolculuğu temsil ettiğini ve mağaraya girip çıkma motifinin erginlenmenin bir adımını oluşturduğunu düşünebiliriz. Mağara içinde uyuyan kahraman ya da mağara içinde yaşayan bilge motifinin de böyle bir sembolizm ile ilişkili olduğunu düşünebiliriz.
Adalar etrafları sularla çevrili olduğu için gerek fiziksel gerekse ruhsal olarak çevrelerinden soyutlanmış , izole edilmiş yerler olarak kabul edilirlerdi. Bu görüşle adalar hem tanrıların barınması için hem de ölülerin ruhlarının yer alması için ideal yerlerdi. Adalar ayını zamanda inziva yerleri idi. Bu bakımdan insanın kendi kendine dönmesi, ada gibi kendini soyutlaması da ada sembolizmi ile belirtilir.
Adanın etrafının sularla kaplı olup çevresinden soyutlanmış olması, buraların yargı için de ideal olduklarının düşünülmesine neden olmuşlardır. Ayrıca burada kara veren yöneticiler de insan etkisinden uzak sadece tanrıları dinleyerek karar veriyor diye inanılıyordu.
Pagan Avrupa’sında adalar bazı tanrılara kutsaldı. Örneğin Isle of Man, Manannan MacLir’e; Baltık Denizi’nde bulunan Rügen Adası, Rugevit’ e kutsallardı.
Keltler arasında ölenlerin ruhlarının batı adalarına gittiği inancı yaygındı. Bu inanç Orta Çağ boyunca da Kral Arthur efsanesinde olduğu gibi varlığını sürdürecekti.
Orta ve Yeni Çağ boyunca varlığını sürdüren ve Keltler’den kalan bir başka inanış da “hayalet ada” inanışıdır. Keltler de bazı adaların yok olup sonradan ortaya çıktıklarına inanıyorlardı.
Druid Öğretisinde Ağaç Kültü:
Sembolik olarak ağaç yeraltı dünyası, yer ve gök arasında bir bağlantıyı temsil etmektedir.
Kelt sembolizminde en önemli olarak meşe gücü ve elma ağacı ölümsüzlüğü sembolize eder. Ağacın bir önemi de üzerinde tanrıların habercileri olan kuşları barındırmasıdır. Kökleri ise geçmişe, yeraltına doğru gider. Bu yüzden efsanelerde ölülerin ruhları dallar arasında ya da ağaçların gövdelerinde bulunurlar.
Kutsal korular Druidler için kutsal mesajı aldıkları ve erginlenmenin olduğu yerlerdir. Druidler buralarda, nemeton denilen kutsal yerlerde açık havada ritüelleri gerçekleştirirlerdi. Bu yüzden de Druidler’den günümüze tapınaklar binaları kalmamıştır.
Druidler, ellerinde bir ağacın küçük bir sembolü olan değnekleri taşırlardı. Bu değnekler druidin gücünün belirtisi olduğu kadar bunlarda sihir gücü de olduğuna inanılırdı. Ayrıca bu değneklerin yapıldığı madde ya da ağaç taşıyanın toplum içindeki yerini de belirttiğinden büyük önem taşımakta idi.
Druidler için kutsal olan bir bitki de ökse otu idi. Bununla ilişkili törenlerin nasıl yapıldığını yukarıda incelemiştik. Ökse otu aynı zamanda ay sembolizmi ile de ilgili idi. Bu nedenle Druidlerin meşe üzerindeki ökse otunu kesmek için kullandıkları orak da hilal biçiminde idi. Ökse otu aynı zamanda üzerinde bulunduğu ağacı ruhu ve eliksir’i olarak da kabul ediliyordu. Aynı şekilde ökse otunun bir başka adı da “Meşe suyu” idi.
Ogam
Daha önce de belirttiğimiz gibi Druidler öğretilerinin sözlü olarak yayılmasını istiyorlar ve kesinlikle yazılı hale getirmiyorlardı. Bunun nedenleri arasında öğretilerinin ezoterik olması ve yazılı olanın öğretinin anlatımındaki değişikliklerle değişememesi vardır.
Druidler’in öğretilerini sözlü olarak aktarmaları onların yazıyı bilmedikleri ya da küçümsedikleri anlamına gelmemelidir. Tam tersi olarak yazıya çok büyük saygı göstermişler ve dikkatli kullanmışlardır. Bir Druid yazısı olmamakla birlikte bazı değneklerin ve kutsal kayaların üzerinde işaretler kullanmışlardır.
Ogam adı verilen bu işaretler Keltlere özgüdür ve bir tür şifreli yazıdır. Taşların üzerlerinde ve ahşap malzemelerde, özellikle de değneklerde rastlanmıştır. Ogamlar mantık olarak Grek ateş işaretlerine benzemekte idi. Ateş işaretleri yerine atılan çentiklerden oluşuyordu ve her bir çentik sayısı bir sese karşılık geliyordu.
Aslında Ogamların yazıdan da öte bir sembolizmi vardı. Her bir işaret aynı zamanda bir ağaca ya da bir hayvana da karşılık gelebiliyordu. Bunu tam tersi olarak da belli şekilde ve düzende dizilen ağaçlar bir anlam verebiliyordu.
Druides’ler
Diğer ezoterik topluluklardan farklı olarak, druidler aralarına kadınları da kabul ediyorlardı ve bunlar druides adını alıyorlardı.
Druideslerin inisiyasyonlarının nasıl olduğu bilinmemekle birlikte özellikle savaşçıların ve asillerin yetişmesinde büyük payları olduğu bilinmektedir. Bu durum Orta Çağ efsanelerinde sık sık geçen “Bilge Kadın” motifine de kaynaklık etmektedir. Orta Çağ efsaneleri ile ilgili bölümümüzde göreceğimiz gibi bu kadınlar şövalyenin yolculuğu boyunca karşısına çıkarlar ve inisiyasyonda yardımcı olurlar.
Druidesler eğitimde olduğu kadar, ilaç hazırlamada, şifalı bitkilerin bulunmasında da söz sahibi idiler.
Druideslerin özellikle İskoçya’da Sein Adası’nda toplandıkları ve buraya erkekleri almadıkları söylenir . Söylenceye göre burada dokuz druidesin (Gallizenæ) öndeliğinde kendini adamış genç kızlar vardı. Halk arasında druideslerin burada sihir ve büyü ile uğraştıkları düşünülür, hatta hava olaylarına hükmettikleri, istedikleri hayvanın şekline girdikleri de söylenirdi.
Hıristiyanlığın yayılmasından sonra druid inançlarını tamamen silmek isteyen Hıristiyanlar, druidesleri halkın gözünde cadılara çevirmişler ve halkı onlara düşman etmeyi başarmışlardır.
Bard’lar
Kelt toplumlarında, genellikle konularını kahramanlık destanları olarak seçen ozanlara bard denilirdi. Bağlı oldukları şefin yanında bulunurlar, onun başarılarını da kutlarlardı.
Bard daha çok Galya’da kullanılan bir isimlendirme idi, çünkü bu ozanlara Galya’da bard denildiği gibi, Bretagne’de Barzh, İrlanda’da da Fil (çoğulu filid) denilmekteydi.
Barzh’ların dini karakterleri çabuk kaybolmasına karşın, bardlar, ilham ve sanat yeteneklerinden olsa gerek, saygı görmeye devam etmişlerdir.
Filid ise yedi dereceli idi. Derece elde taşınan değneğe göre belli oluyordu. Böylece sıralama Ollamh (altın değnek) , Anruth (gümüş değnek) ve geri kalan beş derece (bronz değnek) şeklinde oluyordu.
Bardlar ile ilgili önemli bir nokta da müzisyen Druidler ile karıştırılmamaları gerektiğidir. Birçok Kelt dini törenine müzik eşlik etmekle beraber, bu törenlerde müzik aletini çalan druidler bardlardan farklı idi.
Kelt efsanelerinde müzik aletleri önemli bir yer tutmaktadır. Dagda ve Lug’un sihirli arpları vardı. Efsaneye göre bu aletler üç farklı tür müzik çalmaktaydılar. Bunlardan birincisi güldürüyor, ikincisi ağlatıyor, üçüncüsü de uyutuyordu. Bu inanış, Keltler’in, müziğin insan üzerindeki etkisini incelediklerini göstermektedir.
Bardlar ise şiir okurken, aynı zamanda cruth denilen bir tür lir de çalarlardı.
Galya’da Roma işgalinden sonra, yerli dili kullandıkları için, gözden düşen bardlar burada MS. İkinci yüzyıldan itibaren kaybolmaya başlamışlardır.
Bardlar Galya’da dini sınıftan sayılmalarına rağmen, İrlanda’da sonraları aşağı sınıftan kabul edilirlerdi. Gal ülkesinde ise, özellikle Breton prensler tarafından çok tutulan bardlar varlıklarını Orta Çağ’a kadar sürdürmüşlerdir.
Druid Öğretisinin Sembolik Aktarımına Bir Örnek: Taliesin
Druid öğretisinin sembolik anlatımına ve halka aktarılışına en güzel örnek kuşkusuz Taliesin ( Güzel Yüz ) öyküsüdür. Taliesin aynı zamanda ilk bardlardan ve Kelt şairlerinden biri olarak kabul edilir.
Gwerang’ın oğlu genç Gwion büyücü tanrıça Cerridwen tarafından bir kazana göz kulak olmakla görevlendirilir. Bu kazanın içinde büyücünün, oğlu Afagddu için hazırladığı büyülü bir karışım kaynamaktadır, çünkü Afagddu çok çirkindir ve annesi bu büyü ile onu güzelleştirmek istemektedir. Bu arada kazandan sıçrayan üç damla, Gwion’un parmağına damlar ve Gwion da bunu yalar.
Gwion elini ağzına götürür götürmez bütün gizemler aydınlanır, geçmişin, şimdinin ve geleceğin bilgisine sahip olur. Bu arada Gwion bir başka gerçeği daha öğrenir; Cerridwen onu öldürmek istemektedir, çünkü büyücünün hazırladığı büyülü iksirde kullanmak istediği bileşenlerin içinde kendisi de vardır.
Bunu farkeden Gwion hemen kaçar, Cerridwen ise onu yaşlı bir büyücü kılığında kovalar. Artık kendi de iksirden dolayı bir büyücü olmuş olan Gwion hemen bir tavşan şekline bürünür, Cerridwen ise bir tazı olur. Gwion nehirde bir balığa dönüşür, Cerridwen ise bir susamuru olur. Kovalamaca daha sonra göklerde devam eder. En sonunda Gwion bir buğday tanesine dönüşür, Cerridwen ise bir karatavuk olur ve buğday tanesini yer.
Dokuz ay sonra Cerridwen bütün çocuklardan çok daha güzel bir çocuk dünyaya getirir. Büyücü bu çocuğu deri bir torbanın içine koyar ve Beltaine bayramından iki gün önce dalgalara bırakır.
Galler ülkesinin kuzeyinde Gwyddno’nun oğlu ve kral Maelgwyn’in yeğeni Elphin’in attığı ağlara takılan bebek Elphin tarafından kurtarılır. Elphin ona Taliesin ( Güzel Yüz) adını verir.
Aradan yıllar geçer. Elphin amcası Maelgwyn tarafından hapsedilir. Artık bir yetişkin olan Taliesin Elphin’i kurtarmak için harekete geçer ve kurtarmayı başarır. Şiir’in son dizeleri şöyledir:
“ Dokuz ay boyunca Büyücü Cerridwen’in karnındaydım,
Aslında küçük Gwion’dum,
Şimdi Taliesin oldum”
Bu öykü de daha önce Tuân Mac Cairill öyküsünde gördüğümüz metamorfoz sembolizmi de yer almaktadır.
Öyküyü dikkatle incelersek, Cerridwen, oğullarını başka bir deyişle erginlenmeye, inisye olmaya gelenleri “güzelleştirmektedir” , daha farklı bir deyişle eğitim işini üstlenmiş bir druidestir.
Gwion’un iksirden aldıktan bütün gizemleri görmesi ve geçirdiği metamorfozlar da inisiyasyon aşamalarıdır. Bütün ezoterik öğretilerde olduğu gibi Gwion da yeni bir isimle yeniden doğmuştur.
Buradaki metamorfozlar da ilginçtir. Kelt takviminde sırasıyla, tavşan av zamanı olan sonbaharı; balık yağmurları ile kışı; kuş göçlerle ilkbaharı ve buğday da ekin ile yaz mevsimini sembolize etmektedir.
Bu örnekten de görüldüğü gibi Kelt öğretilerinde sembolizm çok çeşitlidir. Druid öğretisi bu şekillerde ve buna benzer öykülerde, değişik sembollerle ve sözlü olarak aktarılmıştır. Bu tür öykülerdeki bazı motifler ayrıca Orta Çağ efsanelerinde de karşımıza çıkacaktır.
Duyumculuk (Şüphecilik) - Duyumların getirdiği bilgini öznel olduğunu ileri süren şüphecilik… Duyumcu şüphecilik, duyumun nesnel temelin bırakıp öznel yanını ele alır. Bu bakımdan hem duyumcu hem öznelci bir yapıdadır. Antik çağ Yunan düşüncesinin ünlü şüphecileri: Pyrhon, Aenesidemos, Timon gibi düşünürler nesnelerin algıladığımız biçimde var olduklarından şüphelenmek gerektiğini ileri sürerler; çünkü her insanın duyumu başkadır ve herkes kendi duyumuyla algıladığından, başkasınınkine benzemeyen, kendine özgü bir bilgi edinir.
Aenesidemos bunu kanıtlamak için on kanıt ileri sürer. Bu kanıtlar şöyle özetlenebilir: hepimiz aynı biçimde algılasaydık hepimiz aynı düşünceleri ya da bilgileri edinirdik, oysa hepimizin çeşitli ve birbirimizinkine benzemeyen düşünceleri var. Öyleyse nesnel gerçeklik yoktur, bilgilerimizden daima şüphe etmeliyiz. Duyumcu şüpheciler, bundan, katıksız idealist bir sonuç çıkarırlar: aynı nedenin çeşitli sonuçları olabilir: güneş karartır, kızartır, eritir ve yakar, öyleyse nedensellik yoktur, nedensellik olmadığına göre oluş yoktur. Duyumcu şüphecilerin düştükleri bu yanılgı, duyumun nesnel temelini bırakıp sadece öznel yanını almanın sonucudur.
1- Bütün bilgilerin yalnızca duyumlardan geldiğini, duyu algılarına dayandığını ileri süren öğreti. // Formülünü Locke'un şu ünlü tümcesinde bulur: "Daha önce duyularda bulunmayan hiç bir şey anlıkta yoktur."
2- (Ruhbilimsel açıdan) Bütün ruhsal olayları duyumlara geri götüren (indirgeyen) anlayış.
3- (Ahlak felsefesi açısından) Yaşamın anlam ve ereğini duyu hazlarında bulan öğretiler. Duyumculuğun ilk- çağda temsilcileri; Kyrene Okulu ve Epikurosçulardır. Yeniçağda ise özellikle Locke ve Condillac'tır.
Düalizm - Herhangi bir alanda birbirlerine indirgenemeyen iki karşıt ilkenin varlığını ileri sürme... Bircilik ve çokçuluk terimleri karşılığıdır.
Felsefe alanında ilk düalist, antikçağ Yunan düşünürü Anaksagoras’tır. Anaksagoras, özdekle ruhu kesin olarak birbirinden ayırıyor ve sonsuza kadar da birbirlerinden ayrı kalacaklarını söylüyordu. Anaksagoras’ın nus adını verdiği bir ruh özdeksel yapıdadır ama yaratan olmak bakımından yaratanın karşısında bulunmakla, beraber birbirine indirgenemeyen temelli bir ikilik meydana getirir.
Fransız düşünür Descartes de evrendeki bütün gerçeklikleri birbirine indirgenemeyen ruh ve özdek ikiliğinde toplar. Düalizm, temelde tanrılık yer (öte dünya) ile insanlık yer (dünya) ayrımını ileri süren dinsel ikicilikten yansımıştır ve evrenin özdeksel birbirini yadsıyan gerici bir görüştür. Düalistlerin tümü idealisttir, çünkü özdensel yapının karşısında bir de ruhsal yapı olduğunu kabul ederler.
Dürziler ve Tampliyeler - Haçlıların Kutsal Topraklarda egemen oldukları dönemde, Tampliyeler’in karşılaştığı Doğu’ya özgü birçok gizemci inanç akımlarından biri de Dürzilik’tir. Dürziler’in inanç sisteminin ve ezoterik uygulamalarının Tampliyeler’i etkilediği sıkça ileri sürülen bir savdır. Bu sava göre Tampliyeler, daha sonra Avrupa’ya aktarılan ve zamanla Masonluk sistemine yerleşen bir takım inanç ve geleneklerinin esinini Dürziler’den almışlardır.
Tampliyeler’in Dürziler ile bağıntısının hem tarihsel hem de geleneksel bir takım kanıtları olmakla beraber, bunun Masonluk ve Tampliyeler üzerinde ne gibi etkileri olduğu konusunda yalnızca varsayımlarda bulunulabilir.
Leonard W. King’in Gnostikler ile ilgili yapıtında ileri sürdüğüne göre: “Mısır halifesi Hakim’in mezhebin kurucusu olduğu ileri sürülmesine karşın Dürziler’in, Procopius’un VI. yüzyılda Lübnan ve Suriye’de hızla çoğaldıklarını söylediği Gnostik mezheplerin kalıntıları olmaları daha akla yakındır. Komşuları arasındaki yaygın kanıya göre Dürziler, dana şeklindeki bir puta tapınmakta ve gizli toplantılarında Roma döneminde Ophitler’e (yılanı kutsallaştıran ve ona tapan bir tarikat), Ortaçağda Tampliyeler’e ve çağımızda da Masonlar’a atfedilen törenler yapmaktadırlar.”
Bu görüşün başka yazarlarca da onaylandığı görülüyor. Ancak King’e göre, önemli ve ilginç olan nokta: “Dürziler’in kendi önderlerinin İskoçya’da gizlendiğine inanmalarıdır”. Kuşkusuz bu, Tampliyelerin o yörede çok güçlü oldukları dönemlerden kalma bir inanıştır.
Düzen Partisi — Tutucu büyük burjuvazinin 1848'de kurulmuş bir partisi. Bu parti Fransız monarşistlerinin iki hizbinin koalisyonu halindeydi -meşruiyetçilerin ve orleancıların; 1849'dan 2 Aralık 1851 hükümet darbesine kadar, bu parti, İkinci Cumhuriyetin yasama meclisinde önde gelen bir konuma sahip olmuştur.